Son Dakika Haberler

GAFIR HOCA

GAFIR HOCA
Okunma : 1.506 Kere okundu Yorum Yap

 

Beli bükük, alçak boylu, üflesen yıkılacak sanacağınız bir yaşlıydı Gafır Hoca. Eski ve kalın camlı gözlüğünün saplarına bağladığı lastikli bir bağı kafasının arkasından geçirir, şapkasını da üstüne vurunurdu. Kafası, yüzü, gözü ufaktı. Şapkası da gözlüğü de en az bir numara büyük geliyor gibiydi. Saçını sakalını usturaya vurdururdu. Konuşkan değildi. Düşünceli ve dalgın bir görünüşü vardı. Çehresi ağırdı.

Kasabamızın “Gafır Hoca”sıydı. O’nun için, “Bilmediği yok!” diyorlardı.
Kasabalılar bir soruyu yanıtlayamadılar mı? “Bunu bilse bilse Gafır Hoca bilir,” diyorlardı.
Bir sorunu çözemediler mi? “Bunu bir Gafır Hoca’ya danışalım,” diyorlardı.
Radyodan dinledikleri acanslarda anlamadıkları bir haber mi geçti? Soluğu Gafır Hoca’nın yanında alıyorlardı.

Çarşının üst başına doğru giderken sol yanda bir dükkânı vardı. Taş duvarlı, toprak damlı dükkân arkaya doğru uzuyordu. Arka tarafı gün ışığını az aldığıdan karanlıkçaydı. İşte o karanlıkça olan dip tarafta bazan üç beş top bez, bazan beş on ölçek buğday, bazan da beş altı çuval pamuk bulunurdu . Duvarın dibinde de yer yer boyası dökülmüş topuzlu bir kantar dururdu.

Gafır Hoca, ön tarafı kış günlerinde bile açık olan dükkânının orta yerindeki ağaç direğin yanında, alçak iskemlesine oturur ve mangalını önüne çekerdi. Fırıncının oğlu zaman zaman bir kürek ateş getirirdi. Çoğu zaman yanında bir iki de ahbabı olurdu. Paltolarına sarınırlar, küçük iskemlelerine otururlar ve gözlerini mangala dikerlerdi. Onları dışardan görenler uyukladıklarını düşünürlerdi. Doğrusu uyukladıkları da olurdu ama her zaman değil. Arada sırada duyulur duyulmaz bir sesle biribirlerine:
-Günler de amma uzadı ha..
-Akşam ezanına daha çok m’ola?..
Veya daha önce konuşulmuş olan bir konuya ilişkin olarak:
-Zibil yalan söylemez, Ahmet.. benzeri sözler ederler ve yine gözlerini mangala dikerlerdi.
Ellerini mangaldaki ateşe doğru tutan Gafır Hoca, “Öteki dünyada da hakkımdan vaz geçmem,” diye mırıldanırdı.
Çarşıdaki gürültü patırtı, dükkânın önünden gelip geçenler onlar için ha vardı ha yoktu.
Konuşmazlardı pek. Konuşsalar da işte o kadar.

Ama bir gün Gafır Hoca’yı konuşurken, hem de heyecanla konuşurken gördüm…
Ortaokula başladığım yıldı. Kasabamızda ortaokul yoktu. Babam, bağlı olduğumuz ilçemizin ortaokuluna yazdırdı beni. “Bu çocuk okur, ceketimi satar okuturum,” diyordu. Okumamı beğeniyordu. Başkalarıyla konuşurken duymuştum. “Okurken takılmıyor,” diyordu. “Okusun, bir ekmek sahibi olsun da kardaşlarının da elinden tutsun,” diyordu.

En fazla 30 – 35 km uzağımızda bulunan ilçemizdeki günlerim yıla geçiyordu. Ailemden ilk kez ayrılmıştım. Anamı babamı, kardeşlerimi, kasabamızı, çamurlu, karlı, daracık sokaklarımızı, çarşımızı, çarşımızdaki yaşananları özlüyordum. Aklım fikrim kasabadaydı, çaşıdaydı. Yalnız berberlerden çarşıya yayılan kolonya ve sabun kokuları değil, köşkerlerden gelen deri ve çiriş kokuları bile burnumdan gitmiyordu. Çarşıdaki kahvelerden dışarı taşan uğultular, terzilerin, dokumacıların, demircilerin, tenekecilerin, kalaycıların çarşıyı dolduran sesleri kulaklarımdaydı. Fırının alev alev parlayan ocağı, döşü başı terli fırıncı, sıcak ekmek, sıcak somun bugün bile gözümün önünden gitmeyen başka bir fotoğraftır.

Şubat tatilini iple çekiyordum. Yatıp kalkıp gün sayıyordum. Ah şu tatil bir gelseydi…
Kar kış demeden, yağmur çamur demeden çarşıda pazarda, yollarda sokaklarda dönüp duracaktım. Hem de ilk kez giyindiğim kunduramla, ilk takım elbisemle, kravatım ve de ortaokul şapkamla.
“Sayılı gün tez biter!” dedikleri gibi günler geçmiş ve şubat tatili gelmişti işte…
Şubat ayının ışıklı ve ılık bir günüydü. Günlerden belki de Cuma idi. Olabilir. Cuma olabilir. Çarşıyı hareketli bir kalabalık doldurmuştu. Çevre köylerden gelenler; odun yüklü katırlar, atlar, eşekler çarşıda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Bir yandan Cuma kalabalığı, bir yandan damlardan kürünen ve yol açmak için duvar diplerine itilen karların oluşturduğu yığıntılar çarşıyı daraltıyordu. Çarşıdakiler, damların saçaklarından şapır şupur damlayan kar sularından sakınıyor, öteye beriye kaçıyorlardı.

Ama ne olursa olsun! Benim beklediğim günler gelmişti. Çarşının alt başından giriyor üst başından çıkıyor, üst başından giriyor alt başından çıkıyordum. Arada bir durup kimi dükkânların içlerindeki olanı biteni süzüyordum. Gafır Hoca’yı bu sırada gördüm. Eliyle koluyla konuşuyordu. Sağında ve solunda da iki ahbabı oturuyordu. O, sağındekiyle konuşuyordu. Solundaki pek ilgili göünmese de ona da kafasını çevirip baktığı oluyordu. Sağındakine şöyle diyordu:
-Hasanali Hasanali, öyle yardımseverlik olmaz. Elini öyle melefe gibi açmayacaksın! Bunu derken, iyice açmış olduğu sağ elini Hasanali’nin burnunun dibine dibine sokuyordu.
-Elini böyle açarsan sana birşey kalmaz, diyor ve aynı elini bu kez yumruk yaparak ona yeniden uzatıyor ve;
-Elini böyle sımsıkı yumruk da yapmayacaksın. Bu şekilde de başkasına bir yardımın olmaz; adam olana bu yakışmaz, diyordu. Sonra yine titreyen sağ elinin dört parmağını birleştiriyor, paş parmağını işaret parmağına doğru getirerek avucunu çukurlaştırıyor ve;
-Elini bu şekilde tutarsan; avucunda biraz senin için kalır, avucundan taşan da yardım etmek istediklerine gider, diyerek sözünü bağlıyordu.

Hoca’nın solunda oturan ve Hoca’nın dediklerinden çok dışarıyla ilgili olan öteki ahbabı, Hoca sözünü bağlar bağlamaz, tespihini parmaklarına dolamış olduğu sağ eliyle beni göstererek;
-Sen buraya gel bakıyım ortak, cezalısın, dalgın dalgın içeri çok baktın! diyerek beni yanına çağırdı.
Şakacı bir yaşlıya benziyordu.
-Sen, dedi, kimin oğlusun?
Babamın lakabını da belirterek kimin oğlu olduğumu söyledim.
-Haa, dedi, babamı tanıdı ve sordu:
-O başındaki şapka ne şapkası öyle, polis şapkasına benziyor, ver bakıyım hele!
Gafır Hoca ile sağında oturan da başlarını bu yana çevirdiler.
Şapkamı verdim. Gururlandım.

Elinde evirdi çevirdi şapkamı. Kemikli parmaklarını şapkamın sarı şeridinin , ay ve yıldızının üstünde gezdirdi. İçindeki etikette yazılı adımı, soyadımı, okulumu ve sınıfımı okudu usul usul.
Demek okumayı biliyordu.
Gafır Hoca oturduğu iskemlesinden zayıf bir sesle sordu:
-Okuyup ne olacaksın?
Doğrusu ben de bilmiyordum ne olacağımı. Okula yeni başlamıştım. Şimdilik okuyacaktım. Ne olacağım sonra belli olacaktı. Soru yanıtsız kalacağa benziyordu.
Şapkamı elinde tutan, gözlerini gözlerime dikerek;
-Sen, dedi, davran oku da bir nüfusçu ol!
Yüzünde bir cinlik vardı. Şapkamı bana uzatırken ötekilere de duyurarak;
– Oku, oku bir nufusçu ol da, şu Deli İsmail’in hanımının birisini üstüme yaz! Ne’decek iki hanımı o deli; akıl yok ekmek yok! dedi.

Yüzümdeki kızarıklıktan utandığımı anlayan Gafır Hoca gülümsedi ve;
-Sen okumaya bak oğlum, Bekir emmine kulak asma; horoz ölür, gözü çöplükte kalır! diyerek sıkıntımı gidermeye çalıştı.

20 Şubat 2021