Son Dakika Haberler

ÇOCUKLUĞUMDAKİ RAMAZANLAR

ÇOCUKLUĞUMDAKİ RAMAZANLAR
Okunma : 234 Kere okundu Yorum Yap
Rahmetli anamın din ile arası ortalama Tutlu ile aynıydı: İslamın beş şartından sadece bazılarını, o da ara sıra yerine getirirdi. Bazen salavat getirir, çok ender Ramazanlıkta namaz kılar, bir de oruç tutardı hasta olmadığı zamanlar.
Ama babam gerçek bir dindardı: Namazını bir gün olsun kaçırdığını hatırlamıyorum, orucunu tam tutar, salavatı ve duaları her gün okur, zekât olarak da muhtaçlara her zaman değişik şekillerde yardımlarda bulunurdu. Ömrü boyunca eline oyun kâğıdını, ağzına içkiyi almamıştı. İslamın beş farzından sadece Hac’ca gidemedi, o da yokluktan.
Ben kendim ilk gençlik yıllarıma kadar inançlıydım. Ateist olmam birdenbire, keskin bir kararla olmadı. Kitaplar okuyup sosyalist fikirleri benimsedikçe, içinde yaşadığım sistem ve toplum gibi inancımı da sorgulamaya başladım. Bizim (abim, ben ve Nusret) devrimci olmamıza babam üzülüyordu ama ne o bizlere inancını dayattı, ne de biz onun inancına saygısızlık ettik.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki inançlılığım da aynı düzeyde değildi. İlkokuldan beri –bazı aralıklarla- oruç tuttuğumu hatırlıyorum. İnancımı en yoğun yaşadığım zaman ise sanırım ilkokul beşinci sınıf ile ortaokul birinci sınıfındaykendi. Babam bana namazı, duaları ve bazı din bilgilerini içeren “Mızraklı İlmihal” adlı bir kitap almıştı. Kısa sürede bütün duaları ve kitapta yazılanları ezberlemiştim. Babam bana zaman zaman okutturur (kendisinin okur-yazarlığı yoktu), ben okudukça babam kendinden geçer, adeta mest olurdu ve benimle gurur duyardı. Dışarıdan bir misafiri geldiğinde “Oğlum hadi o kitaptan biraz oku” derdi. Ben de bütün ciddiyetimle ve gururlanarak okurdum.
Yine aynı zamanlarda (ilkokul 5’de ya da ortaokul 1’de) Ramazan boyunca bir ay namaz kıldım. Ulupınar’daki yaşıtlarımla Yukarı Cami’ye teravi namazına giderdik. Çoğunlukla biz çocuklar en arkaya saf tutardık. Yan yana ya da önlü arkalı dizilirdik. Arkadaşlarımdan bazılarının, yanlış hatırlamıyorsam Ziya ile Mıstık’ın, zaman zaman muziplikleri tutar, secdeye eğildiğimizde birbirlerine komiklikler yaparlar, ses çıkarmamaya gayret ederek gülerlerdi. Ben onlara namazdan sonra çok kızardım: “Ayıp değil mi? Utanmıyor musunuz Allah’ın evinde gevezelik etmeye!” derdim. Onlar hiç aldırış etmezler gülmeye devam ederlerdi.
Oysa ben inancımda, tuttuğum oruçta ve kıldığım namazda çok ciddiydim. Yaptığım bu ibadetler bana çok özel bir duygu veriyordu, yüce-kutsal bir iş yapıyor duygusu.
Ramazanlıkta Tutlunun başka zamanlar hemen hemen aynı olan günlük yaşamında belirgin bir değişiklik olurdu.
Bir ay boyunca Yukarı Çarşı daha bir şenlenir, daha bir temiz tutulur, alış-veriş çoğalırdı. Oruç ayının ortalarından itibaren ‘bayramcalıklar’ alınmaya başlanır, elbise-fistan kumaşları beğenilip terzilere diktirilmek üzere sipariş vererek sıraya girilirdi. Bayrama birkaç gün kala çocuklar çat-patılarını ve tapa tabancalarını çarşıda patlatmaya başlarlardı.
Tutlunun sofrasına Ramazan ayı boyunca bulgur pilavı-garaşoğra-maşaşı gibi herzamanki yemeklerin yerine daha çok eşgili lülük (basalla), içli köfte, sarma-dolma, pirinç pilavı ile patetes-nohut-fasulye yahnisi gibi etli yemekler de eklenirdi. Ramazan davulcusunun davul sesiyle uyanılan sahurda değişik çorbaların yanısıra yumurtalı ekmek kızartması ve yağlıekmek ile çay en çok yenilen yemeklerdi. Sahurda uyandırılıp, yarı uykulu yumurtalı ekmek veya yağlıekmek yemek biz çocukların pek sevdiği birşeydi. Sahurda akşamdan kalan yemekler de yenilirdi.
Çocukluğumdaki Tut’ta Ramazanda Tutlunun büyük bir çoğunluğu oruç tutar, camiye giden erkeklerin sayısı artardı. Ama oruç tutmayanlar ya da camiye gitmeyenler de oldukça fazlaydı ve kimse kimseye karışmaz, kimse kimseyi kınamzdı. Tam bir hoşgörü kültürü egemendi.
Bir de çocukluğumdaki Ramazanlardan hiç unutmadığım şey, Teravi selası verildiğinde benim Ulupınar’daki toprak evimizin penceresinin önündeki mahat’ta (sabit sedir) oturup selayı sonuna kadar dinlememdir. O zamanlar kasabada elektrik yoktu, gece olunca her yer zifiri karanlık olur, dingin bir sessizlik çökerdi. Her akşam minareden verilen Ramazan selasını babamın “emmizade” dediği Alibeğ emmi verirdi. Çok güzel, dokunaklı bir sesi vardı. O sela vermeye başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdim. İçimi anlatılmaz bir duygu kaplardı. Hüzün, sevgi, korku, sevinç karışımı, başka zamanlarda hiç hissetmediğim bir duygu. “İlahi aşk” denilen şeyin küçücük çocuk kalbinde hissedilmesiydi herhalde.
Ben bu hissi tattığım için ve babamın da ayni hislerle (çıkarcı-sahte ve göstermelik değil) müslümanlığı yorumlayarak yaşadığını bildiğim için, az da olsa hâlâ babam gibi olan müslümanların olduğuna inanıyorum ve o iyi insanların –tıpkı inançlı iyi hıristiyan veya yahudiler veya öteki dini inanca sahip olanlar gibi- o özel duygularını anlayabiliyorum.
“İyi insan” olmaya çalışan her birey bunu kendince bir yol tutarak yerine getirebilir. Sanırım aslolan “kendi tuttuğun yolu, inancını -yaşam tarzını- başkasına dayatmamak, kendine ne hak görüyorsan “öteki”ne de aynı hakkı görmek ve en önemlisi de insanları değerlendirirken hangi inanca sahip oldukları ile değil, “iyi insan” olup olmamaları ile değerlendirmek. Zira bir “yol”u benimsememek, eleştirmek başka bir şeydir, o yolda giden “yolcular”ın hepsini topyekûn suçlamak başka.
Zaten tutulan bir yol ya da inanç bir kişiyi “kötü insan” yapıyorsa, en başta o kişi hem kendisini hem inancını/yolunu sorgulamalı.
Göteborg, 8 Mayis 2020
Hamza Demir
* Yazı daha önce ‘Tut Pekmezi’ dergisinde ve ‘Deli Payam’ kitabında yayınlanmıştır.