Son Dakika Haberler

70’Lİ YILLARDA TUT’TA ÖĞRENCİ OLMAK

70’Lİ YILLARDA TUT’TA ÖĞRENCİ OLMAK
Okunma : 918 Kere okundu Yorum Yap

1970 yılı Eylül ayı, okulların açıldığı ilk haftanın hafta sonuydu; köyde takım elbiseli, şapkalı çocuk ve gençler görünmeye başladı. Bu çocuk ve gençler; bizim köyden -Yaylımılı (Sallak) Köyü- Tut Ortaokuluna başlayan ilk öğrencilerdi. Özellikle şapkaları çok ilgi görmüştü. Şapkalar, askeri öğrenci şapkaları gibiydi ancak hatırladığım kadarıyla renkleri griydi. Şapkanın çok önemli olduğu, kaybetmenin ya da zarar vermenin cezasının da çok ağır olduğu yönünde söylentiler dolaşmıştı. Bizim köye 1965 yılında ilkokul açılmış ve ilk mezunlarını 1970 yılında vermişti. Bu öğrencilerin önemli bir kısmı ilkokula başlama yaşından daha ileri yaşlarda ilkokula başladıkları için ilkokulu bitirene kadar gençlik çağına ermişlerdi. İşte bu ilk mezunların çoğu eğitim öğretime devam etmek için Tut Ortaokuluna kayıt olmuştu. Az bir kısmı Besni’de ortaokula yazılmış, benim iki abim de Akçadağ Öğretmen Okuluna kayıt olmuştu. O yıllarda kız çocuklarının köy dışında başka bir yere okula gitmeleri henüz kabul edilebilir bir durum değildi. Bu nedenle Tut Ortaokuluna ve başka ortaokullara kayıt olan öğrencilerin tamamı erkek çocuklardı.

Ben 1978 yılında Tut Ortaokuluna kayıt oldum. Tut’ta okula başlarken biz köylü çocuklar için en büyük sorun kalacak yer sorunuydu. Ben kısa süre bir aile dostumuzun evinde kaldım. Bana çok iyi bakıyorlar, kendi çocuklarından ayrı tutmuyorlardı, adeta el üstünde tutuyorlardı; fakat ben buna rağmen başka bir aile içinde kalmaktan sıkılıyordum. Babama bu evde kalmak istemediğimi, ders çalışamadığımı ve ben de diğer bizim köyden gelen arkadaşlarım gibi öğrenci evinde kalmak istediğimi söyledim. Babam bu talebimi uygun gördü ve ben de bizim köyden Mustafa adlı arkadaşımla ayrı bir eve çıkarak öğrenci evinde kalmaya başladım. Mustafa ile çok iyi anlaşıyorduk; birlikte kahvaltı yapıyor, birlikte yemek yapıp birlikte yiyorduk. Hafta sonları köyümüze gidince köyden getirdiğimiz yiyecek, içecekleri tüketiyorduk. Çay, şeker, ekmek gibi gıdaları da mahallemizdeki dükkânlardan, fırınlardan alıyorduk. Tut’ta o zamanlar iki lokanta vardı, bazen de paramız olunca bu lokantalara gider karnımızı doyururduk. Paramız olmadığı zamanlar da lokantacılar, sorun etmez -babacan bir tavırla- babalarınızdan alırız siz dert etmeyin çocuklar derlerdi. Tut’ta okumak biz köylü çocukları için oldukça meşakkatli bir süreçti. Pazar günü öğle vakti yola çıkar 10 km’lik yolu yürüyerek giderdik. Yağmur, çamur, kar, fırtına fark etmez; her koşulda bu 10 km’lik yolu hem de yokuş yukarı yürüyerek aşmak zorundaydık. Bazen yağmurlu havalarda iliklerimize kadar ıslanırdık, Tut’a varınca ilk işimiz; odun sobasını yakmak ve bir an önce ısınıp elbiselerimizi kurutmaktı. Elbiselerimizi kurutmak zorundaydık çünkü ertesi gün okula giderken aynı elbiselerimizi giyinecektik. Değiştirecek kadar fazla yedek giysimiz yoktu.  Köyden –Yaylımlı (Sallak) köyü- Tut’a giderken Boyundere -Hüs- köyünü geçene kadar yorulmazdık. Boyundere köyünü geçtikten sonra Geleci Deresi diye bilinen bir dere var, o dereyi geçince uzun ve eğimli bir arazi vardır işte bu araziyi aşmak en büyük zuldü. Çünkü yürümekle bitmezdi. Köyümüzün yolu henüz asfalt değildi, toprak bir yoldu ve yılda bir iki defa kumlanırdı. Yolumuz ilkbahar ve sonbaharda çamur, kar; ilkbahar sonu ve yaz başlarında ise toz olurdu.  Araba yoktu, yolda bir traktör şoförü bizi römorkuna aldığında kendimizi o gün çok şanslı sayardık. Köylerden Tut’a, Besni’ye, Gölbaşı’na yolcu taşıyan Kürt Halil diye bilinen emektar bir minibüsçü vardı. Ancak bu minibüs pazartesi günü sabah köyden çıkardı ve bizi okul saatinde Tut’a yetiştiremezdi. Bu nedenle biz pazar günü öğlen köyden Tut’a doğru yola çıkmak zorundaydık. Hafta boyu okula gider, cuma günü okullar tatile girince bu sefer köye doğru yola çıkardık. Tut’tan köye doğru yaya gitmek daha kolaydı. Çünkü Tut’un rakımı bizim köyden yüksek olduğundan tüm yolculuk aşağıya doğruydu. Bu okul yolunda bazen aramızda oyunlar oynar, eğlenceli vakitler geçirirdik. Bazen de çocukça sebeplerden kavgalar eder, birbirimizi üzerdik. Kavgalar sonunda gruplaşmalar olur, birbirimizle konuşmazdık. Yolculukları ayrı ayrı gruplar halinde yapardık. Sonbahar aylarında yolculuklar daha bir keyifli olurdu. Yollarda olgunlaşmış alıçları toplar afiyetle yerdik. Fazla toplayınca köye giderken eve, kardeşlerimize; Tut’a giderken de fazla topladıklarımızı Tut’taki arkadaşlarımıza götürürdük. Derslerinde başarısız olan arkadaşlarımız bir süre sonra okulu terk eder bu zahmetlerden de kurtulurlardı. Ancak derslerinde başarılı olan ve aileleri tarafından ısrarla okumaları istenen çocuklar ise bu sıkıntılar içinde okula devam ederlerdi. Biz, köyden Tut’a ortaokulu okumak üzere gelen çocuklar Tutlu çocuklara göre derslerde daha başarılıydık. Bunun nedeni köylü çocukların daha zeki olmaları değildi, köyden Tut’a okumaya gönderilen çocuklar ilkokulda da başarılı olan ve özellikle öğretmenleri tarafından babalarına bu çocukların okutulması için ısrar edilen çocuklardı. Tutlu çocuklar ise başarılı ya da başarısız olmalarına bakılmaksızın ilkokulu bitiren hemen hemen hepsi ortaokula başlıyordu. Tabi ki, köyden gelen çocukların da tümü başarılı değildi, bazıları ortaokulu bitirmeden okulu terk ediyordu.

Tut Ortaokulunda, Tutlu arkadaşlar bize “köylüklüler” derlerdi. Ancak bizimle iyi arkadaşlıklar da kurarlardı, bize karşı ayırımcı bir tutum ya da tavır takınmazlardı. Hatta bazen evlerine bizi yemeğe davet ederlerdi. Ortaokulda her branşta kadrolu öğretmen yoktu, birçok derse ilkokul öğretmenleri girerdi. Hatta Matematik dersine Fransızca öğretmeninin girdiği bile olurdu. Tut Ortaokulunun göbekli, orta boylu bir müdürü vardı. Sanki doğuştan müdür olarak doğmuş gibi bir hali vardı ve herkes onu müdür olarak kabullenmişti. Müdür, öğrencilerle pek muhatap olmazdı. O zamanlar Müdür bize oldukça yaşlı ve hantal görünüyordu fakat bir gün 19 Mayıs Bayramı kutlamalarına hazırlanırken geldi ve bize bazı hareketler gösterdi. Hepimiz çok şaşırdık; bu cüsseyle bu hareketleri nasıl yapabiliyor diye hayret etmiştik. Okulda bazı öğretmenler sert, disiplinli ve düzenli ders yaparlardı. Bazı öğretmenler ise dersleri çok ciddiye almaz, espriyle, şakayla geçiştirirlerdi. Kısa bir süre Fen Bilgisi dersimize sağlık ocağında görev yapan bir doktor girmişti. Doktorun ismini hatırlamıyorum ancak tahtaya bir cümle yazmıştı, ben o cümleyi hiç unutmadım. Cümle şöyleydi: “İnsan, düşünen bir hayvandır.” Bu cümleyi yazdı ve bunun anlamını uzun uzun anlattı. O yaşlarda tabi ki bu cümlenin anlamını tam olarak kavrayamamıştım; fakat ileriki yıllarda, Biyoloji derslerinde ve Evrim Teorisi ile ilgili okuduğum kitaplar sayesinde bu cümlenin dünyayı, evreni, hayatı doğru anlamamda ne kadar önemli olduğunu kavradım.

Bir gün okulumuza uzun boylu, atletik yapılı, çil yüzlü, turuncu saçlı bir Sosyal Bilgiler öğretmeni geldi. Bu öğretmenin adını hatırlıyorum ancak burada yazmayacağım. Ortaokul 1. Sınıfta oldukça hacimli bir Sosyal Bilgiler ders kitabımız vardı.  Bu öğretmen pek konuşmaz, ders anlatmaz ancak bu hacimli kitabımızdan bol bol ödev verirdi. Ödevlerimizi kontrol eder ve anlattırırdı. Biz dersi anlattıktan sonra soru sorardı. Soruyu öğretmen masasının karşısındaki ilk sıradaki öğrencilerden başlayarak sorardı. Sorunun doğru cevabını veren öğrenciye kadar tek tek sorardı. Doğru cevabı veren öğrencinin eline bir sopa verirdi. Sopa her zaman yanındaydı. Doğru cevabı veren öğrencinin, yanlış cevap veren öğrencilerin her bir eline ikişer sopa vurmasını isterdi. Bu uygulama bir süre devam etti. Ben çalışkan bir öğrenciydim ve her doğru cevap verdiğimde yaklaşık sınıfın yarısına dayak atmak zorunda kalıyordum ve bu durum beni çok rahatsız ve huzursuz ediyordu. Arkadaşlarımızla teneffüse çıkınca konuşuyorduk, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir gün bir arkadaş “derneğe gidelim, oradaki abilere soralım” dedi. Bu fikir hepimizin aklına yattı. Tut’ta okul yolunun üzerinde şimdiki Ziraat Bankasının batısında, kapısının üstünde “Genç Emekçiler Birliği (GEB)” yazan çay ocağına benzer bir yer vardı. Her gün önünden geçiyorduk, bazen bu mekânın önünde bizden birkaç yaş büyük gençlerin oturduğunu görürdük, göz göze gelince bize güler yüzle “iyi dersler” derlerdi. Birkaç arkadaş toplandık ve ders çıkışında bu derneğe (Genç Emekçiler Birliğine) gittik. Genç abiler bizi çok iyi karşıladılar, derslerimizi sordular, özellikle biz köylerden gelen öğrencilerle daha çok ilgilendiler. Yemek yapıp yapamadığımızı, bulaşıkları evde her gün aynı kişinin mi yoksa sırayla mı yıkadığımızı, sobalarımızı yakıp yakamadığımızı, yeteri kadar harçlığımızın olup olmadığını ve daha birçok problemlerle nasıl başa çıktığımızı sordular ve her zaman bize destek olabileceklerini söylediler. Biz Sosyal Bilgiler öğretmenimizin sınıftaki uygulamasını anlattık. Dikkatle dinlediler ve bize “Bir daha aynı şeyi yaparsa biz arkadaşımıza dayak atmak istemiyoruz, ceza verilecekse siz verin öğretmenim” deyin dediler. “O öğretmen hiç iyi niyetli değil, sizin aranızı açmak, sizi birbirinizle kavga ettirmek istiyor, iyi ki geldiniz arkadaşlar, çok iyi ettiniz” dediler. Bize çay ısmarladılar, oralet içmek isteyenlere oralet yaptılar. Burada tanıştığımız genç abiler farklıydı. Bize arkadaş gibi davranıyorlar, biz konuşurken sonuna kadar dinliyorlardı. O öğretmen, bir sonraki derste yine aynı yöntemi uygulamak istedi. Sorunun doğru cevabını ben bilmiştim, sopayı bana uzattı, ben arkadaşlarıma vurmak istemediğimi söyledim. Bana “korkuyor musun, korkmana gerek yok ben emrediyorum” dedi. Ben yine “Arkadaşlarıma vurmak istemiyorum” dedim. Benim bu tepkim üzerine öğretmen gerildi, öfkelendi, kürsünün önüne doğru gitti ve elindeki sopayı kapının yanındaki çöp sepetine doğru fırlattı. Bundan sonra aynı uygulamayı bir daha tekrarlamadı.

GEB; sokak üzerinde, düzayak girilen, yaklaşık 45-50 metrekarelik bir mekânda faaliyet yürütüyordu. İçeride 2-3 masa ve ahşap sandalyeler vardı. Masaların üzerinde günlük gazeteler, kitaplar ve dergiler vardı. Bir duvarda kitaplık vardı, kitaplığın yanında gazete ve dergilerin yer aldığı ayrı bir cepli raf vardı. Bu rafta adı kırmızı renkle yazılmış “emeğin birliği” adlı bir dergi vardı. Bir duvarda üç sakallının resmi vardı. Biri tombul yüzlü, biri biraz daha uzun suratlı, biri ise daha zayıf ve seyrek sakallı ve sakalı daha çok çenesinin ucundaydı. Daha sonra öğrendim; bu tablodakiler: Marx, Engels ve Lenin’di. Bir duvarda ise biri parkalı, üç gencin resmi vardı, daha sonra öğrendim, bu gençler: Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’dı. Bu resmin yanında üç gencin daha yer aldığı bir tablo daha vardı, bu tablodakiler de daha sonra öğrendim: Gölbaşı’nın İnekli köyü yakınlarında katledilen; Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’dı. Derneğin kapısından girince tam kapının karşısındaki duvarda büyük puntolarla “Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar ve Her Şey Emeğin Olacak!” sloganı yazıyordu. Bu ilk ziyaretten sonra GEB’e daha çok gitmeye ve buradan çeşitli kitaplar ve dergiler (özellikle de “emeğin birliği”) alıp okumaya başladık. Emeğin Birliği dergisini hafta sonları köye giderken yanımda götürüp köyde de okuyordum. Bazı akrabalar beni uyarıyordu, bunlar sakıncalı yasak şeyler bunları okuma diyorlardı. Ancak ben onları dinlemiyor, okumaya devam ediyordum. Hatta 12 Eylül askeri darbesi olduğu zaman askerlerin evleri tek tek aradığı; yasak kitap, dergi, gazete buldukları zaman ev halkını direk tutukladıkları söyleniyordu. Bunun üzerine ben de köydeki evimizde bulunan birkaç sayı Emeğin Birliği dergisini naylon torbalara sarıp evimizin bahçesinde bir yere gömmüştüm. Yıllar sonra annem ve babam domates, biber çitili ekmek için yer hazırlarken babamın kazmasının ucuna takılmış benim gömdüğüm dergilerin torbaları. Ben o tarihlerde Bursa’da yatılı lisede okuyordum. Babam bunları buraya gömenin ben olduğumu hemen tahmin etmiş. Annemle babam bu dergilerin başına oturup ağlamışlar. Çünkü o günlerde çok sayıda pırıl pırıl devrimci-sosyalist genç ya tutuklanmış işkencelerde sorgulanıyor ya sokaklarda – caddelerde boy boy resimleri asılmış aranıyor ya öldürülmüş ya da yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı.

Tut, 70’li yıllarda köyden büyük, ilçeden küçük bir nahiye idi. O zamanlar ilçeden küçük yerleşim yerlerine “nahiye” denirdi. Tut’un resmi kurumları: bir belediye, bir postane (Ptt), iki ilkokul, bir ortaokul, tek doktorlu küçük bir sağlık ocağı ve bir jandarma karakolundan ibaretti. Güneydoğu Torosların güneyinde, Hacı Muhammed Dağı’nın eteklerinde, 1050 rakımlı, yazları serin ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı, engebeli bir araziye sahip, ekonomisi tarım ve hayvancılığı dayalı, küçük, şirin bir belde idi. Nüfusu yaklaşık 3000 civarında idi. Tut’un merkezinde yaşlı ve kocaman bir çınar ağacı vardır. Bu çınar ağacı adeta Tut’un simgesi gibidir. Yaşlıların, eş, dost, arkadaşların sohbet mekânıdır bu ulu çınarın dibi. Tut, özellikle Cuma günleri çok kalabalık ve hareketli olurdu. Tut’un çok sayıda köyü vardır ve köylüler cuma günleri Tut’a gider, atlarını, katırlarını nallatır; şeker, çay, tuz, yağ gibi ev ihtiyaçlarını giderirlerdi. Aynı zamanda Tut’taki ve diğer çevre köylerden o gün Tut’a gelen dost ve ahbaplarıyla kahvelerde buluşur, birbirlerine çay ikram eder, hal hatır sorar, aralarında dostça şakalar yapar, koyu sohbetler ederlerdi. Bazıları da kahvede arkadaşlarıyla iskambil oynayarak vakit geçirirlerdi. Tut’ta irili ufaklı çok sayıda bakkal dükkânları, terziler, berberler ve kahvehaneler vardı. Tut’un tarıma elverişli arazisi az olduğundan işsiz sayısı bir hayli fazla idi. Bu nedenle dışarıya çok fazla göç vermiştir. Her aileden en az bir kişi bir Avrupa ülkesine göç etmiştir. Bunun dışında Adana, Mersin ve İstanbul’a göç eden kişi ve aile sayısı da oldukça fazladır. Bu göçler Tut’un kültürel değişimine de önemli katkılar sağlamıştır. Tut, merkezden uzak, kırsal bir kasaba görünümü verir ancak insan ilişkileri son derece medenidir. Bu medeni insan ilişkilerinin gelişmesinde Avrupa ve büyük kentlerle olan irtibatının etkisi büyüktür.

Tut’ta çok sayıda kahvehane olmasına rağmen biz ortaokul öğrencileri yaşımız gereği kahvehanelere girip oturamazdık, yasaktı. Ancak yanımızda baba, abi gibi büyüklerimiz, yaşı uygun yetişkinler olunca kahvehanelere girebilir çay içebilirdik. Maraş olayları olduğu zaman biz öğrencilerin evlerinde televizyon olmadığı için bu feci olayı takip edemiyorduk, televizyonu olan arkadaşlarımızdan bilgi alıyorduk. Hatta bazı akşamlar kahvehanelerin kapısından, penceresinden haberleri izlemeye çalışıyorduk. Bir gün bir kahvehane çalışanı abi “Çocuklar katliam yapılıyor, katliamın neyini izleyeceksiniz, gidin evinizde oturun” demişti, çaresiz, ağlamaklı bir ses tonuyla.

Tut, biz köylü çocuklar için dünyaya açılan ilk pencere gibiydi. Ben televizyonu ilk defa Besni’de görmüştüm ancak sinemayla ilk defa Tut’ta tanıştım. Çınar’ın yanlarında bir duvara büyük bir afiş asılmıştı. Afişte esmer, ince, uzun boylu bir erkek ve sarışın, uzun boylu bir kadın vardı. Afişin üstünde büyükçe UMUTSUZLAR yazıyordu. Erkek Yılmaz Güney, kadın ise Filiz Akın’dı. Yanılmıyorsam sinema ortaokula yakın bir yerdeydi. Bazı akşamlar arkadaşlarla birlikte sinemaya giderdik. Benim Tut Sinemasında ilk izlediğim film Jaws adlı filmdi. Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Fikret Hakan, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit filmlerinin bazılarını da burada izlediğimi hatırlıyorum. Hatta sinema çıkışında bazı arkadaşlar artistlerin hareketlerini birbirlerine yapmaya çalışırlardı. Birbirimizi bu artistlere benzettiğimiz de olurdu. Sinemayı işletenler sanırım Tutlu değillerdi. Yanakları dolgun 30’lu yaşlarda, paltolu iki adam zaman zaman sokakta görünürlerdi ve Tutlular bunlar sinemacılar derlerdi. Onlar sokakta görününce sinemaya yeni film geldiği söylenirdi ve gerçekten de onlar gelince sinemanın afişi değişirdi.

Köyde bizim bisikletimiz yoktu, bisikletle ilk defa Tut’ta karşılaşma fırsatı bulmuştuk. Bisikleti olan arkadaşlar bizi bisikletlerine para karşılığı bindirirlerdi. Saatimiz olmadığı için süre tutamaz tur hesabı para öderdik. Belli bir mesafe belirlenmişti ve o mesafenin standart ücreti vardı. Hatırladığım kadarıyla 1 tur 1 Lira idi. Birçoğumuz bisiklet kullanmayı bu turlarda öğrenmiştik. Tutlu arkadaşlarımızın bisikletleri de öyle ahım şahım bisikletler değildi; ya freni tutmazdı ya pedalı bozuk olurdu fakat hiç yoktan iyiydi.

Tut’a o zamanlar henüz Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) elektrik bağlamamıştı, aydınlatma ve enerji ihtiyacı jeneratörle sağlanıyordu. Hatırladığım kadarıyla akşam saat 22.00’da jeneratör kapatılıyordu, ancak kapatmadan 10 dakika önce elektrikler kapatılıp açılarak sinyal veriliyordu ve tam saat 22.00’da kapatılıyordu. Sinyalden sonra herkes geleneksel aydınlatma araçlarını -gaz lambası, lüks gibi- hazırlıyordu. TV’de Türk Sineması olduğu akşam bu kural bozulur, film bitene kadar jeneratör kapatılmazdı. Sanırım salı akşamları TV’de Türk filmi oynatılırdı. Tüm halk o akşam televizyon başına kenetlenirdi. Hatta kahvehanelerde dahi oyun oynanmaz film izlenirdi. TV’si olmayanlar ya TV’si olan komşularına ya da akrabalarına giderdi. Bazı akşamlar TV’de Türk filmi izlemek için Tutlu arkadaşlarımız bizi de evlerine davet ederlerdi.

Tutluların Adana ve Mersin ile sıkı bir irtibatı vardı. Hatta o zamanlar Tut Belediyesinin bir yolcu otobüsü vardı, bu otobüs her gün Besni’ye, Gölbaşı’na yolcu taşırdı. Hatırladığım kadarıyla 15 günde bir de Adana-Mersin seferi vardı. Adana-Mersin ile bu sıkı ilişkiler o illerdeki bazı işlerin de taklit düzeyinde Tut’a taşınmasına neden olurdu. Örneğin “tantuni” Mersin yöresine ait bir yemek olarak bilinir. Bizim öğrenciliğimiz döneminde Tut’ta da bizden birkaç yaş büyük bir genç, seyyar bir arabayla tantunicilik yapardı ve en müdavim müşterisi de biz köylüklü öğrencilerdi. Öğle yemeği arasında genellikle Belediye binasının yakınında, cadde kenarında bir boş arsa vardı, tantunici seyyar arabasıyla orada beklerdi. Biz koşa koşa gider hemen tantuni dürümlerimizi alır, afiyetle yerdik. Tantunici abi tantuniyi iki lavaş arasına sarıp verirdi. Bir gün ben tek lavaş istedim, yanımdaki arkadaşım “öbür lavaşı ben alıp yiyebilir miyim?” Diye sordu. Ben de “tabii alabilirsin” dedim ve tantunici boş lavaşı verirken ben “arasına tantuni koymayacak mısın?” Diye sordum. Tantunici “parasını verirsen iç koyarım” dedi. Ben de “içini koyun ben vereceğim parasını” dedim. Arkadaşım bana çok teşekkür etmişti. Tut Ortaokulunda okuyan biz köylüklü öğrenciler; sıkıntılarımızı, problemlerimizi, sevinçlerimizi, acılarımızı paylaştığımız gibi ekmeğimizi, suyumuzu da paylaşırdık.

O yıllar; tüm sıkıntılarına, zorluklarına rağmen güzel yıllardı çünkü umut doluyduk.

 

Memet Ali TÜY

memetalituy@gmail.com