Son Dakika Haberler

TUT YOLU

TUT YOLU
Okunma : 395 Kere okundu Yorum Yap

Köy Yolu ve Bazı Düşünce Kırıntıları

 

Söz sözü açıyor derler ya, doğru; söz sözü açıyor. Geçen gün, o da benim gibi bir köy çocuğu olan eski bir arkadaşımla karşılaştım. Karşılıklı hoş beşten; bir iki hâl hatır, sağlık sıhhat sorusundan sonra hemen köylerimizden konuşmaya, birbirimize köylerimizi anlatmaya başladık.

 

Köy mü, ilçe mi?

Tut eski bir yerleşim birimi. 1954’e dek köy, 1954’ten sonra kasaba, 1990’dan beri de ilçe. Fakat birçok Tutlu “köy” diyor Tut’tan söz ederken. Benim dilimde de hâlâ “köy” Tut ilçesi.

Belki bir dil alışkanlığıdır bunun nedeni. Belki de bir şeyin adını değiştirmek başka, kendisini değiştirmek başka olduğundandır.

Her neyse…

 

Arkadaşımla uzun uzun söyleştik. Köylerimize olan özlemlerimizi dillendirdik. Düzeltilmesi gereken yerlerine, ama en çok da beğendiğimiz yönlerine değindik köylerimizin. Eleştirdiğimiz yanlardan çok öğdüğümüz ve yücelttiğimiz yanlar oldu. Fakat onca söz arasında akıl edip de “Köyüne hangi duygularla gidiyorsun; yol boyunca içinde, yüreğinde neler yaşıyorsun? Köy yolunda neler görüyorsun, ne gibi izlere rastlıyorsun?” diye sormadık birbirimize.

 

 

Sonradan, arkadaşımdan ayrıldıktan sonra düşündüm bunu. Ardından da “Arkadaşım bu tür sorular yöneltseydi ne derdim?” diye sordum kendi kendime ve kimi düşünce ve duygu kırıntıları buldum.

 

 

Hoca’nın Kahvesi

Tut’a her gidişimde iki yerde durasım gelir. İlki Ağbel (Akbel), ikincisi Mağrabaşı…

Ama ondan önce Gölbaşı’ndan Adıyaman yönüne giderken Tut yol ayrımından Tut’a dönerken kaynamaya başlar içim. Sevinç ve sabırsızlık karışımı türlü türlü duygular kaplar benliğimi. Bütün etim, kemiğim, canım, ciğerim titrer desem, abarttığımı söylemeyin.

Biliyorum, “Böyle yol ayrımları bütün köyler ve bütün başka yerleşim birimlerinin de var,” diyeceksiniz. Doğru. Ama bizimki başka işte!

 

Tut yol ayrımına “Yol Çatı”, “Hoca’nın Durağı” veya “Hoca’nın Kahvesi”de derlerdi eskiden. Çünkü Tut yoluyla Adıyaman-Gölbaşı yolunun birleştiği yerin arasında kalan boş alanda “Hoca’nın Kahvesi” denen iki gözlü, tek katlı, toprak bir yapı vardı. Sahibi olan Hoca da çevre köylerin birinden (Yolun Besni tarafında ve Yol Çatı’nın karşısındaki Gelbulasım köyü olabilir), orta boyun altında, zayıfa yakın, kır saçlı, şapkalı, saygın ve iyiliksever bir köylüydü.

 

Hoca’nın Kahvesi yolda kalanların, fırtınaya, yağmura, kara yakalananların, herhangi bir araç bekleyenlerin, beklediği aracı kaçıranların, hayvanlarını veya kendilerini azıcık dinlendirmek, azıcık soluklandırmak isteyenlerin; elini yüzünü yıkamak isteyenlerin, bir tas su veya sıcak bir çay içmek isteyenlerin; kış aylarının soğuk günlerinde gümbür gümbür yanan sobada ısınmak, üstünü başını kurutmak isteyenlerin sığınacakları bir yerdi.

 

Burada kimi yaşanmışlıkların, dertleşmelerin, dostlaşmaların, anıların olduğunu, ama en çok da Tutluların öyküleri vardır diye düşünürüm. Çünkü daha çok Tutluların bir uğrak yeri, bir durağıydı Hoca’nın Kahvesi.

Hoca’nın Kahvesi ancak 1970’li yılların sonlarına dek yaşayabildi. Sonra yıkılıp gitti.

 

O yıllarda bir veya iki ev bulunan söz konusu bölgede Güneykaş adında büyükçe bir köy var

şimdi.

 

İlkin Ağbel’de durasım gelir

İşte bu yol ayrımından Tut yönüne, yokuş yukarıya, Ağbel’e doğru döner dönmez, “Artık buralar bizim, bizim bölgemiz, bizim çöplüğümüz!” duygusuna kapılırım. Bir bakıma, geniş bir avlu içinde bir evimiz varmış da evimizin bu geniş avlusuna açılan iki kanatlı kapısından içeri adımımı atıyormuşum gibime gelir. Artık güvendeyim, bizim topraklardayım!

 

Yayan gittiğim zamanlar hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu yorucu ve dönemeçli yokuş, herhangi bir araçla gittiğimde 3-4 dakikada biter ve Ağbel’e ulaşırım.

 

Ve ilkin burada, Ağbel’de durasım gelir…

Ağbel, Çekirge dağının batıya doğru uzanan bölgesinde bir geçittir. Hatta tek geçittir. Ağbel’in toprağı ağdır. Bu yüzden “Ağbel” denmiş olsa gerek. Ve bu ağ toprak, Ağbel’in kuzey ve güney eteklerinden aşağılara kadar iner. Sonra toprağın rengi kızararak ve karararak değişir.

Ağbel’in güneyinin görüntüsü başka, kuzeyine düşen bölgenin görüntüsü başkadır. Arkada kalan dünya başka, öndeki dünya başkadır. Tut yoluna girdikten sonra yaşadığım “buralar bizim duygusunu” daha yoğun yaşarım buraya ulaşır ulaşmaz.

 

İşte buraya, tam Ağbel’in tepesine, o geçide gelir gelmez durasım ve bulunduğum araçtan aşağı inesim gelir. Hatta bazan gittiğim aracı durdurur inerim aşağıya. Şöyle ileriye doğru, yolun kenarına doğru yürürüm. Köyü görecek yere gelince dururum. Ardıç ve sarıcan oyumlarının, meşe ve sakız dallarının arasından bakarım uzun uzun. Köyün tamamı görünmez. Sağa sola birkaç adım atarak yerimi değiştiririm. Köy yine tam görünmez. Ama ben görürüm. Görünen evlerin arkalarındaki evleri, sokakları görürüm. Çarşıları, kahveleri görürüm. Kadınları, erkekleri görürüm. Okul önlerini, çocukları görürüm. Çalışanları çalışmayanları görürüm. Sesleri işitirim. Kimileri güler, kimileri ağlar. Türkü çağıranlar, ıslık çalanlar vardır.

 

Her şeyi ve herkesi gördükten sonra başımı az daha yukarı kaldırırım. Hacı Mammed (Hacı Muhammed) dağının zirvelerinin gökyüzüyle buluştuğu yerlerden batı yönüne doğru göz gezdiririm. Karşı yamaçlara, yamaçlardaki kayaların diplerine, yamaçlardaki derelerin içlerine bir şey arıyormuşum gibi uzun uzun bakarım. Tarlalara, bağlık bahçeliklere, ağaçlıklara, kıraç yerlere bakarım. Önceki yıllarda gittiğim, gezdiğim yerleri görür, dalar gider ve mutlu olurum. Kimi kayalıkların, tepelerin, boğazların, sulakların, otlakların adlarını anımsamaya çalışırım. Gidemediğim, çıkamadığım yerlere gitmenin düşünü kurarım.

 

O dağlar, o yamaçlar ve dereler yılın her mevsiminde başka güzeldir. Karlarla kaplıyken tadı başka, yemyeşil otlarla, gelinciklerle kaplıyken tadı başka, güz aylarının kızaran sarılarıyla tadı başka, yazın kuru ve sıcak aylarında da tadı başkadır. İşte o tatlı yerlere baktıkça sevinir, sevindikçe bakarım.

 

HES’ler çevreyle uyumlu olmalı

Ardından karşı yamaçlardan kıvrıla kıvrıla Göğsu’ya (Göksu) inen, sonra da bana, yukarıya, Ağbel’e doğru gelen Tut yoluna bakarım. Yol kenarlarına, onarılan ve yeni yapılan yerlerine bakarım. Göğsu çayına takılır kalır gözlerim. Kıvrıla dolana, bulana durula, dura coşa akan çayın yerinde vurulmuş ve can çekişmekte olan, kanlar içinde çırpınan bir av hayvanı görürüm sanki.

 

Üstüne kurulmuş olan bir HES (Hidro Elektrik Santrali) yüzünden suyu azala azala nerdeyse görünmez olmuş, kolu kanadı kırılmış, yaralanmış bir Göğsu görürüm.

Öfkeyle karışık bir acı ve hüzün dolar içime. İçime sindiremem bu yapılan işi. HES’e karşı olduğumdan değil. Elbette o da yapılmalı. O da insanımız için. Ancak akarsuyun yatağı, yolu ve çevresi ile daha uyumlu bir iş ortaya konulabilirdi diye düşünürüm.

 

Göğsu’nun çınarlarını, eski emektar köprüsünü; köprüyü geçer geçmez kocaman kayaların altından çıkan ve suyundan içilen, el yüz yıkanılan, çevresine yaydığı serinlikte kısa bir mola verilen; ancak bu HES’in yapılmasıyla birlikte yerinde yeller esen pınarı düşünürüm özlemle.

 

Fatımırtalar, Abipireler

Can çekişen Göğsu’dan gözümü alıp sağa sola bakınca bacalarından ince dumanların yükseldiği Fatımırtaların ve Abipirelerin evleri, obaları görünür. Fatımırtalar karşıda, Sülmen’in alt yanında, eteğindedir. Abipireler ise Tutluların “öte geçe” dedikleri, Göğsu’nun Ağbel tarafındaki alçakça bir tepeninin üstündedir. Her iki obanın insanları da temiz ve çalışkandırlar.

Fatımırtaların ve Abipirelerin evlerini görünce aklıma Tut ve Besni pazarlarında satılan mis kokulu peynirleri ve tereyağları gelir.

 

Karşı yamaçtaki Sülmen’in arkasındaki çukurda, dar bir vadinin içinde yer alan Garellez (Meryemuşağı) görünmez. Yalnız Garellez değil, Garellez’in kuzey batı yanına düşen, üstünden sayısız kez geçtiğim, bir gözü yıkılmış olan Göğsu üstündeki tarihi Vijne köprüsü de görünmez.

Garellez’in o çukurda bulunmasına ve tarihi köprünün onarılmamasına üzülürüm.

 

Tut yolunun “yolu” değişti

Ağbel’de verdiğim mola biter bitmez kıvrımlı Ağbel yolundan döne dolana aşağıya iner, Göğsu çayının ve HES kanalının üstündeki uyduruk köprüden geçer ve yine kıvrımlı yollardan döne dolana, yine yokuş yukarı ilerlerim.

 

Son yıllarda yenilendi Tut’un yolu. Hem genişledi hem dönemeçleri azaldı. Dönemeçleri azaldı ama bu kez de yokuşları ve inişleri daha da dikleşti. Bu arada yolun yeri de değişti. Yolun yeri değişince Mağrabaşı’ndan Göğsu’ya dek yolun her iki yanına Kaymakamlık tarafından dikilen ve son yıllarda meyve vermeye bile başlayan dut ağaçlarının bir kısmı o terk edilen yolların kenarlarında kaldı. Yeni yapılan yol boylarına yeni dut fidanları dikmek kimsenin aklına gelmedi elbette. Ya da ilgili kurumların o denli yoğun işlerinin arasında gözden kaçtı!

İşte bu yenilenen yoldan köye doğru ilerlerken o terk edilen yollarda kalan dut ağaçlarını görürüm. Sanki elleri koltuğunda birer öksüz çocuk gibi gelirler bana. Susuz, ekmeksiz ve sahipsiz öksüzler gibi.

 

Yol boyu ilerlerken bir başka durum daha içimi sızlatır ve kendi kendime sorarım. O da şudur: Tamam, bu yolu yenilediniz; fakat çevresini bu denli bozmaya, dağıtmaya, yırtıp yaralamaya ne gerek var! Diyelim bozup dağıtmak zorunda kaldınız. Bu durumda da o bozulan yerleri düzeltmek ve çevreyle uyumlulaştırmak çok mu zor? Ayrıca yol kenarlarına yer yer yapılmış olan ve yaban hayatı için büyük engel ve tehlike oluşturan o yüksek duvarlar gözümden kaçmaz. Acaba kimler ne paralar kazandı diye sorarım kendi kendime.

 

İkinci durak Mağrabaşı…

Devrendin Deresi’nden sonraki son yokuşu da çıktıktan sonra Mağrabaşı bir solukluk yerdir. Birazdan bütün köy, bütün evler görünecektir. Ve görünür…

 

İşte köye giderken durasım gelen ikinci yer de Mağrabaşı’dır.

Kimi zaman içinde bulunduğum aracı bir yana çeker ve aşağı inerim. İlkin aracın yanında ayakta dikilir kalırım. Öylece köye, evlere, tâ uzaklara, Adıyaman’a doğru, aşağı (Çekirge) dağa, yukarı (Hacı Mammed) dağa bakarım. Kandırmaz!.. Üstüne çıkacağım bir kaya ararım. Sağa sola bakarım. Kaya maya yok. Mağrabaşı’nın o eski kocaman kayaları yok yerlerinde. Yıllar önce kaldırıldı o kayalar. Yerlerine; yolun alt yanına ilçe hastanesi, üst yanına da bir ev ile bir akaryakıt satış yeri yapıldı.

 

Ben yukarıya, yolun üst yanındaki bağdan bozulmuş tarlamsı yere çıkarım. Biraz daha yukarıda, her nasılsa ayakta kalmış, bakımsız bir alıç ağacının gölgesindeki bir taşa çöker otururum. Karşılara bakarım ha bakarım…

 

Önce köyü gezerim…

Ana yollarda, ara sokaklarda dolaşırım…

Okulumun (Merkez İlkokulu) yanından geçerim. Çocukluğum canlanır gözümde. Musalla Camisi’nin önünden geçerken sol yanıma düşen ve çoktan yıkılmış olan hamamı anımsarım.

Sonra yine çoktan yok edilmiş Deregözü, Gocagadı (Kocakadı), Çatalpınar gibi pınarların önlerinden geçerken dururum. İçimden mırıldanırım: Ne güzeldi. Gece gündüz akarlardı. Durmak dinmek bilmezlerdi. Pınar demek su demek, ses demek, serinlik demek; hayat demek.

Çarşıdan; dükkânların, kahvelerin önlerinden geçerim. Esnafla, tanıdıklarla selamlaşırım.

Bir çay içimliğine oturduğum yerler bile olur. Eski esnafları, zanaatkârları aklımdan geçiririm.

Berberlerden kolonya ve sabun, fırından ekmek, manifaturacılardan kumaş, ayakkabıcılardan deri, çiriş ve boya kokusu gelir burnuma. Demircilerden, terzilerden, marangozlardan, dokumacılardan sesler gelir kulağıma. Kahvelerden köylülerimin oynadıkları oyunların ve karıştırdıkları çayların sesleri gelir.

 

Ulu Cami’nin yanından geçerim. Keşke bahçesindeki gömütler kaldırılmasaydı, diye geçiririm içimden. Ulu çınarın altından geçerken mutlaka kalın ve içi oyuk gövdesini elimle okşar, severim.

 

Ara sokaklara, arka sokaklara girer çıkarım. Eski evimizin sokağına bakar, komşularımızı anımsamaya çalışırım. Sokağımızın ne denli değişmiş olduğuna şaşar kalırım.

 

Depebağ’a (Tepebağ) dönerim

Eskiden bağmış buralar. Adı üstünde, Depebağ. Bağları söküp ev yapmışlar, oba yapmışlar. Gıraç (kıraç) Oba derdik eskiden buraya. Çocukluğumda orada oturan akrabalarıma, arkadaşlarıma çok giderdim. Başka bir dünyaymış, başka bir kültür, başka bir yaşam biçimi varmış gibi gelirdi bana. Gıraç Oba’da (Fethiye Mah.) oturanların Aşağı Oba’da (Ayniye Mah.) veya Çukur Oba’da (Reşadiye Mah.) oturanlardan daha yoksul oldukları duygusuna kapılırdım.

 

Depebağ’dan çevreye, yakınlara ve uzaklara bakarım…

Depebağ’dan tâ Adıyaman ovasına, oradan da Ağbel’e dek uzanır bakışlarım. Düzlüklerde, tepelerde, yamaçlarda, dere içlerinde gezdiririm gözlerimi. Göğsu’nun üst başından alt başına dek bütün kıvrımlarını, Göğsu çayı boyunca sıralanmış ve daha yukarıdaki köyleri görürüm. Çoluğuyla çocuğuyla, kadınıyla erkeğiyle bütün yoksulluk ve zorluklara karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan köylüleri görürüm. En çok da kadınları görürüm. O, Nazım’ın “Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” dediği kadınları; nineleri, anaları, bacıları; teyzeleri, bibileri; gelinleri, gelin bacıları görürüm. Eline bir kalem alamamış, bir okul yüzü görememiş; bir sınıfa

 

girememiş, bir sıraya oturamamış kadınları görürüm ve yüreğim yanar, kavrulur.

 

Hacı Mammed dağı…

Sonra yine Hacı Mammed dağına, sırtını Ağdağ’a (Akdağ) yaslamış, Ağdağ’la sırtı sırta vermiş Hacı Mammed dağına dönerim…

 

Hacı Mammed dağına döner, düşünürüm…

Beynimle, aklımla, kalbimle ve bütün benliğimle düşünürüm…

Bu koca kütle nasıl oluşmuştur?

Bu koca kütlenin oluşması için kaç bin yıl, ya da kaç milyon yıl geçmiştir?

O binlerce, milyonlarca yılda neler olup bitmiş, ne gibi alt üst oluşlar olmuştur?

 

Doruklarına, yamaçlarına, eteklerine bakarım dağımızın.

Dik başına, kamburuna, döşüne, böğrüne, karnına, kasığına bakarım.

Sarp kayalarına, derin yarlarına, yüksek gediklerine, dar geçitlerine, çetin yollarına bakarım.

Acaba bu dağın içinde daha başka dağlar, tepeler mi var yoksa diye düşünürüm.

Yalan değil, acaba derim, bu dağın altında kocaman, uçsuz bucaksız bir deniz mi, bir göl mü var? Bu dağın altında bir deniz yoksa, o eteklerden akan irili ufaklı pınarların o buzlu suları nereden gelir?..

 

Hacı Mammed’in öncesi yok mu?

O binlerce insanın, hayvanın, ağacın, ekinin, otun sapın kana kana içtiği su nereden gelir?..

Ben, bizim dağımızı, bir erkekten çok bir kadına, bir anaya benzetirim. Hem de iki değil, en az iki yüz memesi olan yiğit mi yiğit, sütü de bol mu bol bir anaya benzetirim. Hani şu kimi arkeoloji müzelerinde, kendinden emin ortalık yerde oturarak kocaman memesiyle bebeğini emziren analar var ya, işte o yüz yıllar öncesinden gelen analara…

Kim vermiş bu dağa bu erkek adını, kim?

Kim vermiş bu dağa Hacı Mammed adını?

Kim ve neden?

Bir bilen var mı?

Halk mı? Devlet mi? Kim?..

Bence bu dağ Hacı Mammed’ten önce de vardı, hem de çok önceden…

Ve adı da kesinlikle başkaydı.

 

Dağsız köy, dağsız kent sıkıcı…

Size bir şey daha söylemek isterim: Dağı tepesi olmayan köyler, dağı tepesi olmayan kentler bana göre sıkıcıdır. Düşünün bir kez, uçsuz bucaksız bir ovanın ortasında bir köy veya kent! Çıkılacak dağı tepesi yok! Yaylası yok!

Başı dumanlanan, yamaçları yeşeren, etekleri pınarlarla dolu dağı yok!

Arkası önü, sağı solu, altı üstü gizlerle dolu bir dağı yok!

Çobanı yok, sürüsü yok.

Meşesi yok, çamı yok.

Mağarası yok.

Kayası yok, kaya gölgesi yok.

Otlağı yok, yaylağı yok.

Pınarı yok, sulağı yok.

Nergizi yok, navruzu yok.

Menekşesi yok.

 

Körmeni yok, kengeri yok.

Kıvırcığı yok, sündürmesi yok.

Keveni yok, tomsuğu yok.

Alıcı yok, dağını yok.

Dağ kirazı yok, dağ armudu yok, dağ eriği yok.

Tavşanı yok, kekliği yok.

Serçesi yok, kargası yok.

………………….

 

Böyle bir dağın eteğinde kurulmuş olan bir köyde doğmuş ve büyümüş olmam nedeniyle şanslıyım doğrusu. Hem şanslı hem mutluyum.

Bu köy bu dağa, bu dağ da bu köye çok yakışıyor.

 

Ocak 2022