Bizim kültürümüz, bizim kadim gelenek, hayatın karmaşıklık içinde akıp gittiğini, insanın olgunlaşması gereken, olgunlaşma kabiliyeti olan, bir mahluk olduğunu, o olgunluğunda iç ve dış dengeler ve ayarlar olduğunu, bu karmaşıklıklara itiraz etmeden, onları yok saymadan, insanın bu karmaşıklıklarla olgunlaşıp , huzur, selamet bulma arayışı ve çabası içinde olması gerektiğini, kabul eder.
Bunun böyle olmasına değer verir.
Bizim kadim kültür, hem insanın içini aydınlatır, ısıtır ve hemde dışını. İçte olan ısı, miktarınca dışada vurur, tabiidir bu.
Biz, bu toprakların günümüz insanı olarak bu değerlerin, bu birikimin, bu hazinenin mirasçılarıyız.
Ama biz bu mirasın ne kadar farkındayız? Farkındaysak, bu mirasla ne kadar bir ilişki kurup, bu mirastan beslenebiliyoruz?
Bu miras ömrümüzün inşa sürecinde, nasıl, ne kadar bir önem teşkil etmektedir?
Bu bizim asıl meselemiz değil mi?
Sahibi olduğumuz mirası kullanıp, geliştirip, değerlendirip, onunla hemhal olup, bizden sonraki nesillere miras bırakmak
gerekmez mi?
Bunu gören gözler tabiki görüyor. Göremeyende yüzünü yıkasın, gözünün çapağını silsin.
Şimdi şöyle soranlar olabir tabi, haklı olarak; başka topraklarda bu değerler yokmu, yaşanmamışmı, yaşanamazmı ? diye.
Olmazmı, vardır, elbette. olur, olabilirde. Bütün arz/ mülk’ün Bir sahibi var. Mülkun Sahibi mülkünü başı boş bırakmaz.
Ama biz bizimkinden, bizimellerden sorumluyuz, öncelikle.
Tabi günümüz toplumunu oluşturan insanlar olarak, bu bahsi geçen değerleri hemen göremeye, yaşayamayabiliriz.
Ama yiğit düştüğü yerden kalkar, demezmi ecdat?
Hele biz, bir kökümüze dönüp bakalım.
Anadolumayası denen maya var bizim oluşumumuzda.
O mayayı karanlara dönüp, onlara müracat edelim. Onlarla hemhal olalım.
Unumuzu yeniden harmanlayıp o bereketli, aydınlık, mayayla mayalandıralım.
Kim bu bizim mayamızı karan şahıslar, diye soran olabilir, onlar:
Mesela buharı zade mustafa ltri efendi 1640 – 1712, zamanın önde gelen bestekarı, hanendesi ve hattatı.
Bizim gönül coğrafyamızda onun Tekbiri, onun Salat-ı ümmiyesi terennüm edilir, gönülleri aydınlatır.
“Bir kez aşk ile Allah dese lisan, dökülür cümle günahlar misli hazan”, diye feryad eden Süleyman çelebi: 1351 – 1422, vesiletun necat / kurtuluş vesilesi, Mevlit diye nam salmış, oldukça yüzeysel, manadan uzak, ruhsuz, şahsiyetsiz olarakta olsa, toplumca, önemli sosyal merasimlerede okuttuğumuz eser’ in sahibi.
Veya; “dağlar ile,
Taşlar ile,
Çağırayım mevlam seni”, diyerek gönülleri titreten, aşık Yunus;
“Ben gelmedim dâvâ için
Benim işim sevi için
Dostum evi gönüllerdir.
Gönüller yapmağa geldim”,
Ya; ” derman arardım derdime,
derdim bana derman’imiş”, diye inleyen Niyazi Mısri 1618 – 1694 ?
Mimar Sinan, ? – 1588, Bütün mimari otoritelerin ” Taşın Şairi ” diye ünlediği, insanlığa nice ” İnci taneleri ” hediye etmiş, koca Sinan ?
Bu erenler, bu Hakkdostlerı, yüz yıllardır gönülleri feth eden gönül fatihleri, bizim neyimiz olur?
Varmı bizim hayatımızın bir köşesinde onlarla ilgili bir yer, onların dokunduğu bir desen?
Onlardan aldığımız ilhamla ördüğümüz bir dantel?
Ancak şu kadarı, hiç süphesiz, mutlak’ ki; o yüce değerlerin, toplum olarak, azda olsa üstümüzde halen izi ve kokusu var. Bu kokudur bizi, millet olarak, bütün olumsuzluklara rağmen, öz-gün kılan.
Bizi tekrar bize getirecek olan, bizi Biz kılacak olan işte o mayadır, o öz-günlüktür.
Şimdi bize, o kokunun izini sürmek düşüyor. Aman bu izi takip etmekten geri durmayalım. Allah muhafaza, bu kokuyu yitirirsek, neyin kayıp olduğunu, neyi nerde arayacağımızı da unuturuz; halimiz alzhayimerinkine döner.
Sanki bunlardan yokmu etrafımızda?
Bilenler bilir; ne hazin bir durumdur bu !
Biz bugüne bakıp da, bizi bugünümüzden ibaret zannetmeyelim.
Bizim birde binlerce yıllık bir tarihimiz ve mirasımız var.
Biz derin derin, geçmişimize bakacağız, ama geçmişe bakıp, geleceğimizi
hayal edeceğiz – göreceğiz, geleceğimizi inşa edeceğiz.
Kendimize ve insanlığa kardeşlik ve huzur armağan edeceğiz, biiznillah!
Bu huzur ve kardeşliği Yunus’suz,
Mevlana’ sız, Akif’siz, Fatih’siz, Selim’ siz nasıl inşa edip nasıl başkasına armağan edebilirizki ?
Köklere inemez’isek göklere yükselemeyiz, ağaç misali.
Ağaçta önce köküne çalışır, sonra kökünce sürgün verir, göğe doğru ağar.
Ne derler; kurt bir defa kokuyu almaya görsün!
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)