Son Dakika Haberler

YOKARI ÇARŞI

YOKARI ÇARŞI
Okunma : 2.128 Kere okundu Yorum Yap

Uzun süredir görüşmediğim arkadaşım, “artık yaşlanıyoruz, senin alnındaki çizgiler de  ortaya çıkmış” derken eliyle alnımı işaret ediyordu. Yaşlandığımız doğruydu, çünkü yolun yarısını çoktan geçmiştik. Ama şimdi ortaya çıkan bu kırışıkları ben taa çocukluğumda fark etmiştim. O zamanlar, çıraklığımın ilk yıllarıydı.

Okula başladıktan sonra öğrenmiştim çarşının yolunu ve paranın ne işe yaradığını. Bazen bir makara iplik için 3-4 kez gittiğim olurdu çarşıya, isyan ederdim artık gitmem diye, ama elime tutuşturulan 50 kuruş ya da bir lira beni hemen vazgeçirirdi bu kararımdan. Neler almazdım ki bu paralarla, gofret, leblebi, lokum, sakız, çarşı ekmeği… Şekerleme aldığım zaman büyüklerim “o ne ki de onu aldın bir ekmek alaydın da karnını doyuraydın” deseler de ben yine bildiğimden şaşmazdım.

O zamanlar köydeki dükkanların hemen hepsi yokarı çarşıdaydı. Bir arabanın geçebileceği genişlikte, çok kullanılmaktan betonlaşmış toprak bir yol üzerinde,  birbirine yapışık olmasalar sanki yıkılacakmış gibi, tek katlı, tahta zeminli, taş ya da kerpiçten duvarlarıyla toprak damlı dükkanlar Çatalpınardan başlayıp Budeyin kahvesine kadar uzanırdı. Dükkanların önünde asma kilitli tahta yada çinkodan yapılmış darabalar[1] vardı. Çinko darabaların açılıp kapanırken çıkardığı gök gürültüsünü andıran sesi köyün en ücra köşesinden duyulurdu. Kışın durmadan yağan karın damlardan kürünmesiyle[2] dükkanların önünde oluşan bir adam boyunu geçen kar kümeleri ve soğuktan daha az etkilenmek için yarım açılan darabalar çarşıya terk edilmiş bir görüntü verirdi. Bahar yağmurları ve karların erimesiyle birlikte çarşıyı loğ[3] ve tokaç sesleri kaplardı. Toprak damların akmaması için verilen bu mücadele bahar yağmurları bitene kadar sürerdi. Yazla birlikte çarşı da şenlenir, loğ ve tokaç seslerinin yerini, özellikle Cuma günleri çevre köylerden gelen köylülerin at ve eşeklerinin nal sesleriyle birlikte sıkı bir pazarlığa tutuşmuş insanların uğultuları alırdı. Dükkanlardaki mallar sergilenmek üzere dışarı çıkarılır, zaten dar olan yol böylece biraz daha daralırdı. Bu kalabalık içinde bir kadın göremezdiniz, onlar ancak gelin olurken buradan at sırtında geçerler bir daha da uğramazlardı. Belki uğramak isterlerdi de ama…

Kavurucu yaz sıcaklarından korunmak için çarşının alt ve üst girişinde bulunan kahvelerin önündeki büyük asmalardan damdan dama uzatılan kavak ağaçlarıyla hayma[4] yapılırdı. Asma yapraklarının kapatamadığı yerler ise çınar dallarıyla beslenirdi. Bu haymalar karanlık ve serin gölgesiyle çarşıya ilk girişte bir tünelden geçiyormuş hissi verirdi. Çarşının üst girişinde belediyenin gappeni[5] vardı. Çarşıya gelen bütün mallar önce burada tartı işlemi görür ondan sonra çarşıya dağılırdı. Bu yüzden sabahları orası çok kalabalık olurdu. Gappenin yanındaki Polat Dayının zerzavat dükkanı ise biz çocukların geçim kaynağıydı. Payam, eski demir ve ishal olma pahasına yediğimiz mişmiş[6] çekirdeklerini Polat’a satar, kırık leblebi, leblebi şekeri, çarşı ekmeği veya lokum alırdık. Çarşının gazete okuyan ve radyodan maç yayını dinleyen tek esnafı Gazi Yusuf’un bakkal dükkanında diğer bakkallarda bulunan hemen her şeyi bulmak mümkündü. Ama her dükkanın kendine göre iyi bir malı vardı. Mesela lokum veya sucuk alınacaksa Hacı Ahmet Emminin dükkanından şaşmamak gerekirdi. Ya da  kelik[7] alınacaksa o zaman amcamın dükkanına gitmek gerekirdi. Çarşı esnafı birbirine komşu diye hitap ederdi. Eğer, müşteri tarafından aranan şey o dükkanda yoksa en yakın komşuya gönderilirdi.

Dükkanının her tarafından ipler sarkan Çulcu Hacı, ağzındaki minik çivilerle ayakkabı yapan Hacıağa, koca koca teneke levhaları soba borusu yapan Şıhali Usta, tahtalardan ince ince yonga sıyıran marangoz Haşeş Usta, kırmızı, siyah bakır kapları ayna gibi parlatan kalaycı Durdu Usta , lastik ayakkabıların yırtık yerlerini kızgın demirle yapıştıran Yuma’nın dükkanları çarşıya ayrı bir canlılık verirdi.

[1] Daraba : Kepenk

[2] Kürümek : Sıyırmak

[3] Loğ : Toprak damlarda toprağın sıkışmasını sağlamak için kullanılan taş silindir.

[4] Hayma : Güneşlik, çadır

[5] Gappen : Belediye kantarı

[6] Mişmiş : Kaysı

[7] Kelik : Yazlık plastik çocuk ayakkabısı

Bakkallardaki; lokum, şeker, leblebi, büsküvi ve gofretleri düşündükçe, babamı terzi dükkanının yerine bakkal dükkanı açması için ikna etmeye çalışırdım. Ona, “bu terzi dükkanında ne var ki, gel bakkal dükkanı aç ben de galleye[1] oturur sana yardım ederim, hem bakkaldan aldığımız öte beri de bedavaya gelir.” derdim ama o benim bu dahiyane fikrime gülüp geçerdi. Yine böyle, babamı ikna etmeye çalıştığım bir gün babam; “sen çok konuştun artık çıraklık yapma vaktin geldi” dediğinde, beşinci sınıfa geçmiştim.

Bizim terzi dükkanı çarşının ortasında fırına yakındı. Bizim dükkanın yanında; sanki birini tutacakmış gibi elleri daima önde, iri cüsseli, gözleri görmeyen, Kör Hacının dükkanı vardı. Kör Hacı; gaz yağı, tuz, çocuklar için şeker ve şişirtme[2] satardı. Bir iki yıl önce kurulan jenaratör onun gaz satışlarını iyice azaltmıştı fakat jenaratörden verilen elektrik gece saat 12 de kesildiği için henüz gaz lambaları evlerdeki yerini koruyordu. Kör Hacı işlerini öyle bir ustalıkla yapardı ki, bazıları onun aslında kör olmadığını, kör numarası yaptığını sanırdı. Kör Hacının bu azmi; ben bu işi yapamam, ya da benim elimden bir iş gelmez diyenlere ve gençlere  “bak Kör Hacı bu haliyle kimseye muhtaç olmadan…..” diye başlayan cümlelerle örnek gösterilirdi.

Kör Hacının dükkanının yanında berber dükkanı vardı. Berberin çırağı arkadaşım Mahmut, Kör Hacının en iyi yardımcılarından biriydi. Onun dükkanıyla ilgilenir, suyunu getirir, müşterileri yoğun olduğunda ona yardım ederdi. Arkadaşımın adı Mahmut’tu ama ele avuca sığmaz biri olduğu için herkes ona Yiğit derdi.

Yiğit olmadığı zaman Kör Hacı’ya biraz aşağıdaki Davut Babanın pınarından su getirirdim. Davut Baba, kürtün[3] dikerdi. Pınara gittiğim zaman oradaki at ve eşekleri seyrederdim. Ve onların yüzünde  bizim dükkana bayramlık diktirmeye gelen çocukların gözlerindeki sevinci görür gibi olurdum. Davut Baba, pınarda burnunu yıkayanlara ve ağzını musluğa dayayıp su içenlere çok kızardı. Bu yüzden pınara bir kalaylı tas yaptırmıştı ama yine de musluğa ağzını dayayıp su içenlere engel olamamıştı.

Çıraklığımın ilk yılında; iğne tutmayı ve düğme dikmesini öğrenmiştim. Hatta kömür ütüsünü yakabiliyor ve o koca ütüyü tek elimle kaldırabiliyordum. Yaz bitmiş okullar açılmıştı. Ama işler çok olduğundan okul çıkışı yine dükkana gidiyordum.

Bir gün dükkanda çalışırken sınıf arkadaşlarımdan birisinin bana işaret ettiğini gördüm. Dükkanın yan tarafına geçtik, elinde dolaşımdan kalkmış değeri olmayan 1957 tarihli 1 lira vardı. Bu paranın mevcut 1 liralardan farkı ise kenarındaki ince tırtıklardı. Arkadaşım, bu parayı Kör Hacıya bozdurmamı istiyordu. Ben;

– Yapamam o bunun sahte olduğunu anlar ve bozmaz, hem sen neden bozdurmuyorsun git kendin bozdur dedim.

– Ya biz geçen gün bir tane bozdurduk, “bu sahte ama hadi siz çocuksunuz bir tane alayım ben şehirde değiştiririm ama bir daha getirmeyin” dediydi. Şimdi bir tane daha götürürsem ayıp olur. Bunu da sen bozdur, hem seni tanıyor senin hatırına da bir tane bozar deyince,

– Ver bakalım bir deneyelim, dedim.

Kendimden emindim, bu para geçmese bile Hacı Emmi beni kıracak değildi ya, alt tarafı 1 lira komşuluk hatırına bozar diye düşünüyordum. O dükkanın köşesinde beni beklerken, ben Hacı Emminin dükkanına girdim.

– Hacı Emmi şu paramı bozar mısın? dedim.

Hacı Emmi parayı eline aldı, baş parmağı ile işaret parmağı arasında inceledikten sonra;

– Sen, Terzi Ahmet’in oğlu değil misin? diye sordu,

– Evet ben Terzi Ahmet’in oğluyum dedim.

Ayağa kalktı ve yavaşça bileğimden yakaladı. Bileğimi öyle bir sıkıyordu ki, kopacak sandım. Beni kolumdan çekerek bizim dükkandan içeri sürükledi. Babam arkası dönük tezgahta ütü yapıyordu. Kapıdan içeri girince bileğimi bırakıp, “Ahmet” diye seslendi, babam cevap verince sesin geldiği yöne doğru ilerleyerek elindeki parayı babama uzattı. Ben kapının önünde kalmıştım, içerideki herkes işini bırakmış bizi izliyordu.

Babam, ne parası bu dedi. Kör Hacı, “senin oğlan bu parayla beni kandırmaya çalıştı” deyince, babam elindeki parayı bana doğru var gücüyle sinirli bir şekilde fırlattı. Paranın tırtıklı yeri tam alnımın ortasına gelmişti ve alnım fena halde acımaya başlamıştı. Babamın üzerime doğru geldiğini görünce,  kapıdan dışarı fırladım. Dükkanın yanından aşağı doğru inen yoldan koşmaya başladım. Arkadaşım

çoktan toz olmuştu. Nalbant Süleyman’ın dükkanın önünden geçip mezbahanın önündeki ısırgan otlarının üzerinden kavaklığa atlayarak kimsenin görmeyeceği bir yerde çimenlerin üzerine sırt üstü uzandım. Yaptığıma çok pişman olmuştum.

Akşam olmak üzereydi. Yuvalarına dönen kuşlar kulakları sağır eden ötüşleriyle kavaklığı ana baba gününe çevirmişlerdi. Sanki benim oradan gitmemi istiyorlardı. Çekine çekine evin yolunu tuttum. Babam gelince uzun uzun nasihat etti ve bir daha böyle bir şey yapmamam gerektiğini anlattı. O günden sonra mecbur kalmadıkça dükkana gitmedim. Gittiğim zamanlarda ise kendimi Kör Hacıya hissettirmemek için elimden geldiğince onun dükkanından uzak durmaya çalışıyor, o tarafa bile bakamıyordum. Çünkü kendimi Kör Hacı’ya karşı çok mahcup hissediyordum. Yanına gidip özür dilemek, yaptığımdan dolayı çok pişman olduğumu söylemek istiyordum ama utancımdan bunu yapacak cesareti gösteremiyordum.

Bu sıkıntım uzun sürmedi, bahar geldiğinde aşağı çarşıda yapımı süren iki katlı, kiremit çatılı yeni belediye binası hizmete girmiş, yokarı çarşıdaki gappen ve birkaç dükkan aşağı taşınmıştı. Aşağı çarşıya sürekli betondan yeni dükkanlar yapılıyor, Yokarı Çarşı yavaş yavaş aşağı çarşıya taşınıyordu. Bizim dükkan da bundan nasibini aldı ve babam da aşağı çarşıya taşındı. Artık Yokarı Çarşıya sadece ekmek almak için gidiyordum. Bir süre sonra fırın da  kapanınca, Yokarı Çarşı iyice boşaldı. Ama, Kör Hacı’nın dükkanı orada kalmıştı.

Sanırım 1 yıl sonraydı, bir gün belediye otobüsünün Ağbel’de devrildiği haberi geldi. İki ölü varmış, bir çok da yaralı. Bütün kasabayı yasa boğan bu olay beni de derinden etkilemişti. Ölenlerden birisinin Kör Hacı olduğunu öğrendiğimde ise üzüntüm bir kat daha artmıştı, çünkü bir özür borcum vardı ve ödeyememiştim. İşte alnımdaki çizgileri ben o zaman fark etmiştim.

Yokarı Çarşı yine yerinde duruyor. Ama şimdi çarşı olarak değil Çanakçı yolu olarak. O zamanlardan kalan dükkanlardan biri Polat Dayının dükkanı biri de bizim dükkanın biraz aşağısındaki kalaycı ve yukarıdaki kahve. Bunlar da yıkılıp yeniden yapılmış. Yol genişletilip asfaltla kaplanmış.

Şimdi oradan geçtiğim zaman hala asfaltın altında kalan; çulcu, kalaycı, marangoz, sobacı, ayakkabıcı, terzi dükkanlarından çarşıya yayılan aletlerin seslerini ve tellal Hacı Talaz’ın kısık sesiyle avaz avaz bağırışını duyarım.

 

Nevzat KIZKIN

Ankara- Şubat 2004

[1] Galle : Para kasası

[2] Şişirtme : Balon

[3] Kürtün : Semer