Son Dakika Haberler

VİJNE KÖPRÜSÜ

VİJNE KÖPRÜSÜ
Okunma : 2.031 Kere okundu 2 Yorum

                                                                        Bir adam köprü kurar, bin adam geçer. – Özbek atasözü

 

Vijne Köprüsü hakkında detaylı bilgiye sahip değilim. Bulunduğu yere yani Çamiçi’ne de (Çamlıca) hiç gitmedim. Anlatılanlardan gözümde ilkel bir köprü kalıntısı canlandırmıştım. Fakat internetteki resimlerini görünce çok şaşırdım. Bu kartpostallarda gördüğümüz o ünlü tarihi köprülere çok benzeyen ve en az onlar kadar estetik bir yapıydı. Yine internette ki bilgilere göre Göksu üzerinde bu köprüye benzer iki köprü daha varmış ama zaman içerisinde yıkılıp yok olmuşlar. Sonuncusu da yıkılmadan gidip görmek lazım dedim kendime.

Bu yaz Tut’a gidince benim gibi meraklı bir gurup arkadaşa rastlayınca hemen işe koyulduk, daha önce giden arkadaşların anlattıklarına göre köprünün bir iki kilometre yakınına kadar arabayla gidecek, kalan yolu yürüyecektik. Bu kadar kısa bir yolu yürümeyi kimse sorun etmedi. Su kenarına gidiyoruz iki karpuz alalım serin serin yeriz düşüncesiyle iki karpuz ve yiyecek bir şeyler alıp yola çıktık. Sürücü, hoş sohbet gideceğimiz yerleri de çok iyi biliyor, yol boyunca geçtiğimiz yerler hakkında bilgiler aktarıyor. Kulağım anlatılanlarda gözüm dışarıda çevreyi seyrediyorum. Eskiden Çamiçi deyince mis kokulu çam odunları ve yamru yumru iri-tatlı domatesler akla gelirdi.

Tut’un odun deposu gibiydi Çamiçi, eşeğini ve baltasını alan sabah karanlığında yola çıkar, akşam üzeri dönerdi. Akşamüzeri odundan dönenlerin yüzlerinden yorgunluk, üstlerinden ter akardı. Ama birisi hariç, o sanki düğüne gider gibi, saçlar taralı, pantolon-gömlek ütülü, cilalı kunduralarının topuğuna basmış, elinde simsiyah tesbihi ile eşeğin en az beş metre arkasında, sanki eşek kendisinin değilmiş izlenimi veren bir havada salına salına gelirdi. Sorana ise bostandan geldiğini söylerdi. Uzun bir süre bu işin sırrını çözememiştik, akşama kadar odun kes, onca yol yürü ayakkabında en ufak bir toz olmasın. Çok sonraları öğrendik ki, köyün girişinde iş elbiseleri çıkarılıp günlük giysiler giyiliyormuş. Sağ olsun arkadaşımız giyimine çok düşkündü. Yukarı dağın bittiği yerden, Devrendin Dereden sağa dönüyoruz, Meyremuşağını aşağıda bırakıp sağımızda başlayan yeni bir dağ sırası boyunca ilerliyoruz. Sağ tarafımız 15 yüksek dağ, solumuz yer yer bağ, bahçe, tarla; yer yer derin uçurum. İrili ufaklı bir çok dereden geçiyoruz, hemen hepsinin suyu kurumuş. Yataklarına bakılırsa bol yağışlı kış ve bahar aylarında geçit vermedikleri anlaşılıyor. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra daha yeşil bir ortama giriyoruz uzaktan gördüğümüz çam ağaçlarını daha sık görmeye başlıyoruz.

Köyün girişinde ağaçlık bir yerde araba yavaşlıyor, burada 5-6 yıl önce terör örgütü köy korucularını pusuya düşürerek şehit etmiş. Biraz ilerde tepenin üzerinde mezarları var, yanlarından geçerken en içten şükran duygularımızla minnettarlığımızı ifade ediyoruz bu aziz şehitlerimize. Arabamız mezarlıktan aşağı doğru dik bir yokuştan kıvrıla kıvrıla inmeye başlıyor, aşağıda birkaç ev görünüyor, her taraf ağaçlarla kaplı, ağaçlık olmayan yerler bağ- bahçe, burada yeşilin her tonu mevcut. İki ev ve çeşmenin olduğu bir yerde duruyoruz, buradan sonra yol arabanın gitmesine müsait değil. Hoş müsait olsa da artık arabada kalmak istemiyoruz çünkü bu doğa harikası yerde yürümek daha cazip geliyor. Yiyecekleri alıp yola çıkıyoruz, bahçe ve bostanların arasından geçen dar bir patikayı takip ederek dik bir yokuştan aşağı doğru iniyoruz. Karpuzları taşıyan arkadaş yardım isteğimi geri çeviriyor “nasıl olsa yakın” diyor. Ama git git bitmez bir yol, kömür karası koca koca böğürtlenlere dayanamayıp zaman zaman duruyoruz. Yol bitmek bilmeyince karpuzları ben alıyorum, nasıl olsa yolun sonuna geldik fazla taşımam diye düşünüyorum ama karpuzlar her adımda biraz daha ağırlaşıyor, beş on dakika denilen yolu yarım saat yürüdükten sonra bir tepenin üstünden Göksu Çayını görüyoruz ama ortalıkta köprü yok. Hangi tarafta olduğu konusunda ufak bir anlaşmazlıktan sonra suyu takip ederek yukarı doğru çıkmaya karar veriliyor. Sanırım burada fazla kimse yaşamıyor çünkü yürüyerek geçtiğimiz yerlerde kimseye rastlamıyoruz. Eğer buralara gelmeye karar verirseniz mutlaka bilen birisiyle gelin nasıl olsa birine sorarım diye yola çıkarsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Sanki bir yere yetişecekmiş gibi çevresiyle hiç ilgilenmeden hızla akan çay, bu gün bulanık.

Bu görüntü biraz da yüzmeyi düşünen arkadaşların canını sıkıyor. Benim canımı sıkan ise karpuzlar. Anladım ki, Vijne köprüsünde karpuz yemek iyi bir fikir değilmiş, karpuzlarla kayaların üstünden geçmek hayli zor. Yürüyeceğimiz bölüm de kayalık olduğu için karpuzları burada bırakıp dönüşte yemeyi öneriyorum. Fakat karpuz sever bir arkadaş nöbeti devralıyor. Kayalardan seke seke suyu takip ederek kısa bir yürüyüşten sonra nehir yatağının daraldığı bir yerde köprüye kavuşuyoruz. Burası yüksek tepelerle çevrili bir vadi, her taraf kavurucu güneşe rağmen canlılığından hiçbir şey yitirmemiş, zümrüt yeşili yapraklarıyla etrafa serinlik hissi veren çam ağaçlarıyla kaplı, su ve kuş sesinden başka bir şey duyulmuyor. Bu güzelliği taçlandıran köprü, su yatağının altı yedi metre daraldığı bir yerde, her iki kıyıda bulunan büyük kaya kütlesinin üzerinde yarım ay şeklinde inşa edilmiş. Yapımında öyle her insanın kaldıramayacağı büyüklükte dikdörtgen taş bloklar kullanılmış, hiçbir katkı maddesi; demir, çimento yok. Yaklaşık iki metre genişliğindeki köprü yolu beş sıra taş bloktan oluşuyor. Köprünün tam orta yerine rastlayan bölümündeki bloklardan bir sıra düşmüş. Eğer önlem alınıp tamir edilmezse diğer bloklar da düşecekmiş gibi görünüyor.

Köprünün bizim geldiğimiz taraftaki ayağını karaya bağlayan dolgu yol yıkıldığından üzerine çıkamıyoruz. Suyun öte yanı peygamber üzümleriyle ünlü Pevreli (Harmanlı). Karşıya ulaşmak için bu mevsimde (yaz-ağustos) sudan geçmek mümkün. Birkaç arkadaş suyun bulanık olmasına aldırmadan ancak diz kapaklarının 16 hizasına gelen sudan yürüyerek karşı kıyıya geçiyorlar. Karşıya geçenler o taraftaki dolgu yol hala sağlam olduğu için köprü üzerinde birer poz veriyorlar. Her iki yakada da köprüye doğru gelen bir yol yok, sanırım zaman içerisinde kaybolmuş olmalı. Yol yok, yakın civarda yerleşim yeri de görülmüyor öyleyse bu ıssızlığın ortasında bu köprünün ne işi var diyesi geliyor insanın. Ama her bir parçası için büyük emek verildiği her halinden belli bu köprünün taşları, ahh dilimiz olsa da konuşsak, bu köprüden ne insanlar, ne kervanlar geçti diye başlayacaklar anlatmaya. Öyle durduk yerde süs olsun diye de köprü yapılmaz ki. Zaten anlatılanlara göre biraz aşağıda Sürmen civarında eskiden kalma yerleşim yeri kalıntıları varmış.

Kim bilir belki bu köprüyü onlar kullanıyordu. “Vijne” kelimesinin anlamı nedir? Bu köprüye neden bu isim verilmiş bilmiyorum. Çeşitli sözlüklerde baktım bulamadım. Belki de söyleniş şekliyle yazdı- ğım için bulamadığımı düşünüyorum, yazılışı farklı olabilir. Daha detaylı araştırmak gerek. Bir zamanlar çaydan akan suyun çok fazla olduğu köprünün ayaklarındaki su izlerinden anlaşılabiliyor. Bu günkü haliyle, eski izler karşılaştırıldığında ise ne kadar çok azaldığı fark ediliyor, bu da köprünün zamanında ne kadar değerli olduğunu ortaya koyuyor. Suyun bu kadar azalmasını daha çok küresel ısınmaya bağlıyoruz, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de mevsimlerin anormal seyri, yağışların azlığı diğer akarsular gibi Göksu Çayını da etkilemiş. Ama bütün sebep küresel ısınma değil elbette, eskiye göre nüfusun artması da önemli nedenlerden birisi. Nüfus artışı suyun daha çok paylaşımını gerektirdiğinden nehirleri besleyen küçük derelerin artık nehirlere ulaşamadan tüketilmesi, nehirlerin bir çok yerde baraj ve bentlerle kesilerek başka yerlere yönlendirilmesi, birçok akarsuyun yerleşim yerleri içerisinde kalarak ya da bilinçsizce kurulan fabrikalar tarafından kirlenmesi, suların azalmasına hatta bazı yerlerde kurumasına neden oluyor.

Hava sıcak, susadığımızı hissediyoruz. Tertemiz bir doğada bir yanda gürül gürül akan su, bir yanda susuzluk çekmek garip geliyor bana, bu köprü yapıldığı yıllarda insanların böyle bir sorunu yokmuş, susadıkları zaman eğilip gürül gürül akan çayın suyundan kana kana içiyorlarmış ki, “akan su pislik tutmaz” diye bir de atasözümüz olmuş. Ama şimdi temiz su bulmamız gerekiyor, yukarılarda küçük bir pınar varmış. Köprüyü arkada bırakıp çayın kenarından pınara doğru yürürken bir mağaraya rastlıyoruz. Etrafa bakınırken önünde durduğumuz mağaranın tam hizasında aynı mağaradan bir tane de karşı kıyıda olduğunu fark ediyoruz. üç arkadaş içeri giriyorlar ama çok karanlık olduğu için geri çıkıyorlar. Köye dönünce öğreniyoruz ki bunlar doğal mağara değilmiş. Bir zamanlar burada bir baraj kurulması düşünülmüş, bu mağara gibi yerler de zemin etüdü yapmak için açılmış. Araştırma sonucunda neye karar verilmiş bilmiyoruz. Mağaraları da geçip vadide ilerliyoruz, en uç tepelerde ve kayaların üstünde inatla yükselen çam ağaçları hayranlık yaratıyor. Yaşlı bir çam ağacının dibindeki çeşmeyi buluyoruz, çok az bir suyu var, sırayla susuzluğumuzu gideriyoruz. Tekrar köprüye geldiğimizde çayın serin sularına bıraktığımız karpuzları kesiyoruz. Tadı güzel değil ama taşıma esnasında kas gelişimine müthiş katkı yaptıklarını söyleyebilirim. Güneş batmak üzere artık dönüş vakti. Geldiğimiz yolu takip ederek indiğimiz tepeyi tırmanmaya başlıyoruz, şu nefis böğürtlenler de olmasa bu yokuş hiç çekilmezmiş. Zaman zaman durarak arkamızdaki güneşin kah tepelerin üstünden, kah tepedeki çam ağaçlarının arasından geçerken bıraktığı hoş manzaraları seyre dalıyoruz.

Nevzat KIZKIN

nkizkin@hotmail.com / Kasım 2007

Fotoğraflar : Kadir Dursun

9538_10207852322238857_8807128360462149778_n

YORUMLAR (2)

  1. Ramazan ÖZTÜRK diyorki:

    Sayende oraları gezmiş gibi olduk Nevzat cığım. Ne güzel anlatmışsın…