Son Dakika Haberler

UMUMİ TUVALET

UMUMİ TUVALET
Okunma : 1.675 Kere okundu Yorum Yap

Temmuz sonlarıydı. Ankara’dan köye dönüyordum. Bindiğim Öz Adıyamanlılar otobüsünde boş yer yoktu. Adana’ya iyice yaklaşmıştık. Otobüs az yavaşlayarak otoyoldan ayrıldı ve yaylanarak bir lokantanın çeşmelerinin önünde durdu.

Otobüsün kapıları açılır açılmaz bir yandan dışarının sarı sıcak yalımı, bir yandan da “hoş geldiniz” duyurusu doldurdu otobüsün içini.

Düzgün konuşmaya çalışan kaba bir ses, hemen hemen şöyle diyordu:

Öz Adıyamanlılar otobüsünün sayın kaptanları ve sayın yolcuları lokantamıza hoş geldiniz. Kaptanlarınız yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir. Keyfiyet sayın yolcularımıza aittir. Çaylar şirketimizin hediyesidir. Lütfen çay parası ödemeyiniz!

Saat sekizi geçiyordu. Otobüsteki yolcuların çoğu gibi ben de indim aşağıya. Çocukları kucaklarında uyuyan birkaç kadın ile uyumaya devam eden birkaç delikanlı kaldı otobüste.

Burası, daha çok şehirlerarası çalışan otobüs yolcuları için yapılmış sayısız dinlenme yerlerinden birisi. Öteki dinlenme yerlerinde olduğu gibi, burada da bir lokanta, bir benzinci, kadın ve erkek tuvaletleri, bir de çeşitli yiyecek ve içeceklerin, gazetelerin satıldığı dükkan  var.

Bazı otobüsler kalkıyor, bazı otobüsler de kalkış saatlerinin dolmasını bekliyorlardı.

Üstü başı ıslak bir genç, uzunca bir hortumu ve fırçayı çekerek lokantanın önünde duran otobüslerin camlarını, sağını solunu acele acele yıkıyordu. Sabunlu sular etrafa gelişigüzel akıyordu.

Kimi yolcular çeşmelerde ellerini yüzlerini yıkayıp, avuç avuç su içerek serinlemeye ve uykularını dağıtmaya çalışıyor. Kimi yolcular lokantaya giriyor, kimi yolcular da hızlı adımlarla tuvaletlerin olduğu yana yürüyorlar.

Ben de lokantaya girdim. Lokantanın iç serin. Çorbaların ve öteki kahvaltılıkların olduğu bölüme geçtim. Her şey var. Çorbalar, dilimlenmiş limonlar, domates ve salatalıklar, haşlanmış yumurtalar, çeşit çeşit peynirler…

Yiyeceklerin arkasında duran genç:

Abi, isterseniz yağda yumurta da yaptırabiliriz, dedi efendice.

Gülümsedim. Teşekkür eder gibi. Temiz bir lokanta. Karnım da aç.  Karnım aç olmasına aç, ama bir şey yemekten de çekiniyorum. Taze mi, değil mi? Mevsim de yiyeceklerin çabuk bozulmasına elverişli.

Lokantanın bir köşesinde otobüs sürücüleri ve yardımcıları için bir yer ayrılmıştı. Ayrılan yer hem bir seki gibi yüksekçe hem de ipten bir çitle çevriliydi.

Otobüs sürücüleri ve yardımcıları ellerini ve yüzlerini yıkayarak teker teker gelip bu özel yere oturuyorlardı. Hepsi de lacivert pantolonlu, mavi gömlekli ve yine lacivert kravatlıydılar. Saç ve sakal tıraşları oldukça düzgündü. Buna karşın kırsal kesim insanı oldukları açık açık belli oluyordu.

Yiyecekleri ve içecekleri de sanki önceden ısmarlanmış gibi arka arkaya geliyordu.

Kahvaltı yapmaktan vazgeçtim. Bitişikte kapısının üstünde “market” yazılı manav-bakkal karışımı yere girdim. Bir gazeteyle bir salkım üzüm aldım ve çıktım. Üzümü çeşmenin birisinde yıkadım ve yandaki gölgeye çekilerek yemeye başladım.

 

Bay ve bayan tuvaleti yazan sağ taraftan oldukça fazla sabunlu su akıyordu otobüslerin altına doğru. Ortalıkta ağır bir sabun kokusu vardı. Belli ki tuvaletler temizleniyordu.

Son üzüm tanelerini de ağzıma atarken, “Şu tuvalet işletmeciliği nasıl acaba!” diye geçirdim içimden. İşsizdim. Mesleğim yoktu. Liseyi bitirememiştim. Bitirsem ne olacaktı ki? Değil liseyi, üniversiteyi bitirenler bile boşta geziyordu.

Bir yandan bunları kafamdan geçirirken bir yandan da tuvaletlerin erkek bölümüne doğru yürüdüm. Daha girişte, kapının önünde küçük bir kulübede sekiz on yaşlarında ve saçları uzamış bir çocuk, tuvaletten çıkanlardan para alıyordu. Para alıp verdiği küçük pencerenin önündeki çıkartmanın üstünde kirli bir kolonya şişesi duruyordu.

İçerdeki bir kasetçalardan kıvrak mı kıvrak bir oyun havası geliyordu. Bir ara, melodi değişecekmiş gibi oluyor ama yine baştan başlıyordu. Gelen ve giden otobüsler için yapılan duyurular ile tuvaletten gelen kıvrak melodi birbirine karışıyordu sık sık.

Tuvaletin duvarları ve tabanı fayans kaplıydı. Genişçe bir alanın bir yanında lavabo ve aynalar, diğer yanında da sıra sıra tuvalet kapıları bulunuyordu.

Tahta, boya ve sabun kokuyordu ortalık.

Yirmi beş otuz yaşlarında birisi bir elinde bir hortum, bir elinde de uzunca bir fırça yerleri ve duvarları yıkıyordu. Bu genç adam, tuvaletin işletmecisi olmalıydı. Ayağında bir çizme ve eski bir pantolon, üstünde de bir fanilası vardı. Yerler sabunlu suyla doluydu. Tuvaletlerden çıkanlar, ellerini yüzlerini yıkayanlar, ıslanmasın diye pantolonlarını yukarı çekiyorlar ve ayaklarının uçlarına basarak dışarı çıkıyorlar, bir yandan da ceplerinde bozuk para arıyorlardı.

Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra, tuvaletin işletmecisi sandığım o temizlik yapan gence yaklaşarak:

-İyi günler hemşerim, dedim.

-İyi günler, dedi ve doğru dürüst yüzüme bakmadan işine devam etti. Belli ki herkes bir selam verip geçiyor, o da, yarım ağızla verilen selamları alıyordu. Belki de usanmıştı gelip gidenin selamından. Beni de onlardan birisi sanmış olabilirdi.

Ama ben çekip gitmedim. Sesime biraz daha sıcaklık ve yakınlık edası katarak:

-Kolay gelsin hemşerim, işler nasıl? diye sürdürdüm konuşma isteğimi.

Belini doğrulttu, elindeki uzun saplı fırçayı duvara dayadı ve hortumu biraz ileriye fırlattı, kızardı ve gülmeye çalışarak:

-Hoş geldiiin hemşerim. İşler nasıl olsun? İyi diyelim de iyi olsun, diyerek yakın bir arkadaş gibi kolumdan tuttu ve dışarıya doğru çekti. Bu arada nereden gelip nereye gittiğimi, ne iş yaptığımı, sordu. Ben de nereden gelip nereye gittiğimi ve işsiz olduğumu söyledikten sonra:

-Sormamın sebebi, dedim, benim de aklımdan böyle bir yer kiralamak geçiyor da…

-Çok zor hemşerim, dedi. Bura özel bir şahsa ait. Hanımın uzaktan akrabası olur. Uzun yıllar Almanya’da çalışmış. Usanmış mı desem yoksa yeteri kadar para kazanmış mı desem; geri dönüp burayı yaptırdı. Adam çok uğraştı, çok para döktü. Bu zamanda sadece para da sökmüyor. Ankara’da adamın da olacak! Onu da bulmuş ve güç bela açtı bu tesisi. Sağ olsun; bizi de uzak bir akrabalıktan dolayı gözetti ve buraya getirdi. Tabii kirasını da alıyor.

-İyi adammış. İyi kötü iş sahibi olmuşsun; para kazanıyorsun…

-Doğru diyorsun. İnsanın işi oluyor, para kazanıyor. Hem de iyi para kazanıyor, diyerek devam etti:

-Burayı beş yıllığına kiraladım. Çalışmaya başlayalı sekiz ay oluyor. Sağdan soldan para almıştım onları ödedim çok şükür. Eski ve küçük bir evde kiradayız. Kısmet olursa güzün bir ev yaptırmayı düşünüyorum. Demirini çimentosunu aldım. Uygun bir arsa peşindeyim. Oğlanın birisi liseye, birisi de ilköğretime gidiyor; elini öpsünler! Kız da daha küçük. Kısmet olursa onu da okutacağım. Çocuklar benim gibi olmasınlar. Yorgunluktan canımız çıkıyor…

-Yoruluyorsun ama para da kazanıyorsun; kimseye muhtaç değilsin…

-Doğru söylüyorsun ama çekilecek gibi değil. Aha şu çocukla ben… Ne gecemiz gece, ne gündüzümüz gündüz. Bura yirmi dört saat açık. Cumartesi yok pazar yok. Bir mahalle tuvaletine filan da benzemez bu tuvaletler. Bir mahallede olsa sadece o mahallenin adamı, bilemedin arada sırada o mahalleye gelen yabancılar gelir gider. Ya buraya?  Bura, hemen hemen Türkiye’nin ortası. Adana mı dersin, Adıyaman mı, Diyarbakır, Siirt, Van, Bitlis mi? Bütün doğu ellerine gidenler buradan geçiyor. Avrupa, Amerika, hatta Japonya’dan gelenler bile var.

-Gerçekten kolay değil. Ama hangi iş kolay ki?

Adam doluydu:

-Sadece yorgunlukla kalsak yine neyse! Bir de nerede çalıştığımı sormazlar mı? Allahtan, ne zamanımız var ne de kimseyi gördüğümüz. Ama ne de olsa bir ölüde, bir düğünde bulunmak zorunda kalıyor insan. Sağdan soldan nerede çalıştığımı soranlar oluyor. Ne diyeceksin? Söylüyorum söylemesine, ama nasıl söylediğimi bir ben biliyorum bir de Allah. Okulda çocuklara da soruyorlarmış babalarının ne iş yaptığını. Ezilip büzülmesinler de ne yapsınlar!

Bir yandan kızarıyor, bir yandan terliyordu…

-Dilenmiyorsun ya, dedim, çalışıyorsun. İş iştir. Çocuklarına ekmek parası kazanıyorsun. Keşke benim de senin gibi hayırlı bir akrabam olsa!

-İş iştir, ama yine de kolay değil. İçimizde en sağlamı hanım, diye güldü ve devam etti:

-Ne iş yaptığımı sorana, “Umumi tuvalette çalışıyor, gül gibi geçiniyoruz,” diyormuş.

-Yakınlarda mı oturuyorsun, buralı mısın?

-Tanımadın mı yoksa hemşerim? Ben de sizin oralı sayılırım, dedi ve daha bir yakınlık göstererek elini omuzuma koydu:

-Ben İbrahim, dedi. Köyünün adını söyledi ve sürdürdü:

-İlkokul dördüncü sınıfta beraberdik. Unuttun mu? Sefer Öğretmen’in az mı dayağını yedik? Nasıl tanımazsın? Memmet değil misin?

-Kusura bakma, dedim, çıkartamadım.

Gözüm saatte, kulağım sesteydi. Ama işte beklediğim duyuru yapılıyordu:

Öz Adıyamanlıların sayın kaptanları ve sayın yolcuları, otobüsünüzün hareket saati gelmiştir. Lütfen yerlerinize geçiniz. Tesislerimizden memnun kaldığınızı umuyor ve iyi yolculuklar diliyoruz.

Elimi İbrahim’e uzatarak, “Otobüsüm kalkıyor, şimdilik hoşça kal!” diyebildim ancak ve hemen ayrıldım.

O arkamdan bağırıyordu:

-Bir daha gelirsen misafirim ol! Yolun altındaki köye göçtüm. Bol bol laflarız.

 

Otobüse bindim. İbrahim’i ve diğer sınıf arkadaşlarımı düşündüm. Dördüncü sınıfın camları puslandı durdu gözümde. Ne İbrahim’i ne de diğer arkadaşlarımı seçebildim.

Mehmet Karakuş

Tut Pekmezi Sayı 22 / Eylül 2005