Son Dakika Haberler

HISIM

HISIM
Okunma : 1.934 Kere okundu Yorum Yap

İkindi üstüydü. Evde oturmaktan iyice sıkılmıştım. Dışarı çıkmak istiyordum.
Dışarı çıkıp Mağrabaşına doğru yürümek ve bir kayanın üstüne oturarak köyü seyretmek istiyordum. Oradan eski evimize, çocukluğuma, anama babama, büyükanama, küçük kardeşlerime, aşımıza ekmeğimize, konuya komşuya bakmak istiyordum. Sonra başımı biraz yukarıya çevirip okuluma, okulumun pencerelerine, okul yoluna, öğretmenlerime, sıra sıra dizilmiş siyah önlüklü, ak yakalı ilkokul çocuklarına ve o çocukların arasındaki bana, sınıflardaki soğuk sobalara ve titreyen ellerime, çorapsız ayaklarıma bakmak istiyordum.

Kalktım. Sırtıma bir hırka attım. Bir sarhoş gibi evden çıktım. Kahvelerin, dükkanların önünden geçtim. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Ömeroğun deresine varmadan, yukarı taraflardan; ceviz, dut, nar ve ayva ağaçlarının içindeki beyaz sıvalı evlerden bir çocuk ağlaması geliyordu. Acıkmış mıydı ne?..

Yürüdüm. İşte tam böyle yapayalnız kendimle başbaşa kalmak istiyordum.
Karşıdan Tut Lisesi’nin hademesi geliyordu. Okulun bahçesindeki ağaçları ve çiçekleri sulamış olmalıydı. Pantolonunun bacakları ve gömleğinin kolları ıslak görünüyordu. Yolun karşı tarafından utangaç bir yüzle geçti. Selam verdi mi vermedi mi, anlayamadım. Liseyi geçmiştim. Gürültüyle bir traktör geçti yanımdan. Sürücüsü tanıdık gelmedi. Çevre köylerden olmalıydı.

Mağrabaşında yoldan yukarı doğru, kayaların olduğu yana doğru sapacağım sırada susadığımı duyumsadım. Biraz daha yürüyüp benzinciden bir su içip döneyim, diye geçirdim içimden. Ve benzinciye doğru yöneldim.

Benzin istasyonu yapılalı dört beş sene olmuştu. Sahipleri, eskiden soyadlarıyla anılırken, şimdilerde “Petrolcüler” olarak anılıyordu halk arasında.
Petrolün bitişiği de bir lokantaydı. Bu lokanta kışın üç dört ay kapanır, baharın ucu görünür görünmez de açılırdı.

Lokantanın içki satma izni olduğundan ve hemen hemen her zaman yiyecek bişeyler bulunduğundan, bazı yabancı ve bekar memurlar, içki içmeyi seven gençler, konuğu- tanıdığı gelen müdür ve belediye başkanı düzeyindeki kimseler, mütahitler, karayollarında çalışan işçiler falan bu lokantaya gelirlerdi.

Lokantanın gündüzleri sakin olsa da, akşamlarına diyecek yoktu. Çevresi bağlık bahçelikti. Lokantanın beton damı teras olarak kullanılıyordu. Bu durum da, zaten yüksek yerde yapılmış olan lokantayı daha da yüksek gösteriyordu.
Akşamları teresa oturulunca gökyüzü, ay ve yıldızlar, yukarı dağ ve dağdaki kaya gölgeleri, çoban ateşleri, insanın bedenini saran yaz serinliği kadar yakın geliyordu.

Gençler, içkiyi ve içki sofralarının hoş sohbetlerini bırakamayan kır saçlılar hemen hemen her akşam bu lokantaya gelirler ve kafaları çekerlerdi. Lokantanın etrafında henüz herhangi bir ev olmadığından, atılan sarhoş naraları, söylenen şarkı ve türküler kimseleri rahatsız etmezdi.

Gece geç saatlere kadar oturulur, yenilir içilir, laflanılırdı.

Lokantanın önü genişçe bir meydanlık büyüklüğündeydi. Bu geniş alanın bir köşesinde eski, artık kullanılmayan bir patos, patosun yanında da eski kamyon ve traktör lastikleri ile yağmurun karın altında kala kala iyice paslanmış bir pulluk dururdu.

Traktörler, kamyonlar, minibüsler ve özel otomobiller gelir bu benzinciden benzin alırlardı. Lokantanın önündeki bir muslukta her zaman uzunca bir su hortumu bulunur, isteyen araç sahipleri araçlarını ya kendileri yıkar ya da benzincide çalışan çocuğa yıkatırlar ve eline de üç beş kuruş cep harçlığı tutuşturulardı.

Lokantaya yaklaştığımda güneş epeyce eğilmiş; binanın gölgesi, önündeki meydanı kaplamıştı nerdeyse.

Hısım, arabsını petrolde çalışan çocuğa yıkatmış, sildirmiş ve kurulatmıştı.
Gölgede daha da koyulaşarak güzelleşen ve daha alımlı hale gelen koyu mavi araba, terasa çıkan merdivenin yanında duruyordu. Kendisi de az ileride, lokantanın penceresinin önünde küçük bir masanın başına oturmuş hayran hayran otomobiline bakıyordu.

Masasının üstündeki bir tavadan sac kavurmanın dumanı tütüyordu. Tavanın bir yanında yarım bir pide ile birkaç yeşil biber, bir yanında da sigarası ve çakmağı ile bir bira şişesi duruyordu.

Kendisi herkese, herkes te kendisine “Hısım” diyordu. Bu yüzden gerçek adını bilen pek azdı. Aslına bakarsanız başka bir ad da yakışmazdı Hısım’a.

Her zaman olduğu gibi, saçlarını ıslak ıslak arkaya taramıştı. Kollarının ucunu bir kat daha katlayarak daha da kısalttığı kısa kollu beyaz gömleğini kot pantolonunun üstüne bırakmıştı.

Lokantanın mutfağının penceresinden gelen tek tük kap kacak sesi de olmasa insan sessizlikten ürkebilirdi.

Hısım ileriden geldiğimi gördü, ama görmezden geldi. Dalgınlığa buldurdu.
Ama ben;
-Allah versin Hısım, işin iş!.. Gözümüz yok; gözü olanın gözü çıksın! deyip, gülümseyerek lokantanın açık kapısından içeri geçtim. Selam vermemek olmazdı.

Ama su içmeye geldiğime pişman olmuştum. Her huyu iyiydi de, biraz fazlaca konuşurdu. Hani, “insanı esir alıyor!” derler ya, aynen öyle.
Hep de kendi sorunları, dertleri… Mide ağrıları… Hep aynı konular…

Lokantada başka bir tanıdık olsa hemen yanına çöküp bir süre oyalanacaktım aslında. Ama kimsecikler yoktu. Bir bardak su içtim ve çıktım. Niyetim çabuk çabuk yürüyerek, acele bir işim varmış havası vermek ve uzaklaşmaktı. Daha birkaç adım ancak atmıştım ki, arkamdan yakınır bir ses tonuyla;
-Öyle olsun Hısım! Her zaman size değil ya! Size veren Allah biraz da bize versin!
O Allah sade sizin değil ya. Biraz da bize Allahlık yapsın!” dedi ve daha benim karşılık vermeme fırsat vermeden ekledi;
-Gel, bişey ısmarlayım da iç!

Kurtuluş yok!..
Yanına vardım. Keyifli keyifli içeriye seslenerek bir sandalye ve bir bira istedi. Oturdum. Halını hatırını, eşini ve çocuklarını sordum.

-Çok şükür! dedi. Herkes iyi. Ben de demir gibiyim. İstediğimi yiyor, istediğimi içiyorum. O günler gitsin de gelmesin!..

Anlamıştım. Yine midesinden söz ediyordu. Demek iyileşmişti.
Nasıl iyileştiğini, hangi doktora gittiğini sordum.

Bir yandan koparıp koparıp sac kavurmanın yağına, suyuna batırdığı ekmeği ağzına sokuyor, bir yandan da yeşil biberi kütür kütür ısırıyor, arada bir soğuk birasından da içerek konuşuyordu:

-Ne doktoru! Doktor moktor havaymış!.. Adana’da, Antep’te gitmediğim doktor kalmadıydı. Hepsiyle sanki arkadaş olduyduk. Hepsi de sanki birbirleriyle sözleşmişlerdi: Haşlanmış patates yiyeceksin… Pirinç lapası yiyeceksin…
Yağsız tavuk haşlaması yiyeceksin… Yok şunu yiyeceksin, yok bunu yiyeceksin…
Üç tam öğün yerine, azar azar beş altı öğün yiyeceksin…

Usanıp bıkmıştım. Hanım benden de beter usanmıştı ve yorulmuştu.
Bir gün değil beş gün değil, yıllarca çile çektik.

Bir ara, “Peki nasıl oldu da geçti?” diyebildim yarım ağızla.

-Oraya geleceğim. Anlatıyım da gül! dedi.

Doğru. Gülünce sıkıntım geçerdi belki.

-Birgün Antep’te bir doktora gittim. Şunu yiyeceksin, şunu yemiyeceksin diye saydı da saydı. Bulgur yemiyeceksin. Ekşi yemiyeceksin. Acı yemiyeceksin. Bir sürü de şurup yazdı, hap yazdı. Parasını verip, bir de “sağol!” çektikten sonra çıktım. Doğru sebze pazarına gittim. Güzelinden iki bağ yeşil soğan aldım. Bir bağ maydanoz, kırmızısından iki turp, tere, limon, yeşil biber aldım. Oradan kasaba varıp, çiğköftelik et aldım. Lafı daha fazla uzatmayım, başın ağrımasın. Akşam eve geldim. Aldıklarımı hanımın önüne indirdim. “Şunu güzel bir çiğköfte yap da yiyelim,” dedim. Baktım ki, doktor moktor diyecek, ağzını açmaya fırsat bırakmadım. “Bi de güzel salata yap, turşuyla rakıyı da getir,” diye seslendim.

Hısım anlatmayı sürdürdü…

-Hısım, eliyin artığı biz bu çiğköfteye giriştik! Güzel de olmuştu. Acısı da yerinde… Çoktan beri de yememiştim. Özlemişim. Çiğköfte salata, çiğköfte turşu, çiğköfte biber…  Arada da rakıdan yudum yudum…
Vücudum kan ter içinde kaldı. Sen dersin ki, temmuzda buğda dermişim!

– Tabii daha kötü olmuşdursun, dedim.

-O terlemenin üzerine uyumuşum. Sonra bir sancıyla uyandım. Sanırsın ki, birisi bu midemi eline almış da yerinden çatır çatır söküyor. Kıvrandım durdum. Tortopuz oldum. Sonra hanım bir bardak ılık süt verdi de ayağa kalktım. Gidip sağlık ocağında bir ağrı iğnesi yaptırdım.

-Belki o iyi gelmiştir, diye söylendim.

-İğne miğne hikaye Hısım. Bak nasıl oldu dedi ve devam etti.
O iğneden iki gün sonra Adana’ya gittim. Yine doktora! Adana’nın doktoru da yine iğne ilaç verdi. Hem de bir torba. Doktorun yanından çıktım. Yol üstündeki bir kahvede biraz oturup, bir çay içiyim, dedim. Kuşluk vaktiydi. Kahvede pek kimse yoktu.

Bir sandalye çektim kahvenin önüne. Oturdum. Daha çayım gelmemişti. Önümden orta yaşlarda birisi geçti. Sırtında bir çuval vardı. Üstü başı döküktü. Yoksulun biri olduğu belliydi. Yanıma çağırdım. Bir çay da ona ısmarladım. Konuştuk. Adana’nın bir köyündenmiş. Adana’da evli bir kızı varmış. Biraz sebze mebze getirmiş köyden. Laf lafı açtı… Ben de mide hastası olduğumu söyledim. Doktorlardan, ilaçlardan şikayetçi oldum. İlaç torbasını gösterdim. “Kolayı var; onun çaresi bir fincan mazot!” dedi. Şaşırdığımı görünce üsteledi. “Öyle öyle, onun çaresi bir fincan mazot!” dedi yine. Çeşit çeşit meyve çaylarının, ot çaylarının çare olabileceğini duyduydum. Çeşit çeşit maden sularının iyi gelebileceğini duyduydum. Bunu ilk duyuyordum.
“Nasıl olur?” dedim, mazot zehir gibi acı birşeydir. Nasıl içilir?  “İçilir içilir; acı çekmemek için acı ilaç içilir!” dedi.
Söz çok Hısım,  ben bu mazot işini günlerce kafamda aktar dönder ettim.

-Dikeydin tepene bir fincan mazot, dedim gülerek.

-Doğru söyledin! Önce, zehirlenirim diye korktum. Bir zaman bekledim. Sonra aha bu benzncinin yanına geldim. Bir çay bardağının yarısı kadar mazot aldım. Gözlerimi kapatıp, bir dikişte mideye indirdim bunu.

-Atma! dedim şaşkınlığımdan.

-Çağır da benzinciyi, sor! dedi ve devam etti. Allah seni inandırsın Hısım sen sanırsın ki, şu karnımın içine bir meşe közü koymuşlar da bütün etlerimi dağlıyorlar. Yandım da yandım. Gözlerimden tohum gibi yaşlar döküldü. Karnıma bıçaklar saplandı. Ağzımdan yalım yalım ateşler çıktı? Belki bir saat kendime gelemedim. Vücudum tere kesti. Ama işte o oldu. Şeytanın kulağına kurşun! O günden beri istediğimi yiyor, istediğimi içiyorum.

İnanmayan, boş gözlerle yüzüne baktığımı görünce:

-Hısım sen çok okumuşsun; senin gibilere birşey inandırmak zor, dedi ve bira şişesini eline alıp, önümde duran bira şişesine vurdu. Şişelerin çıkardığı sesten boş oldukları belliydi. Aceleyle içeri seslendi:

-Hele iki bira daha getirin!

Mehmet Karakuş
Tut Pekmezi, Sayı 21, Nisan 2005