Son Dakika Haberler

ESKİ CARSİNİN KÖYLÜLERİ

ESKİ CARSİNİN KÖYLÜLERİ
Okunma : 2.099 Kere okundu Yorum Yap

 

Sonbaharın sonlarına doğruydu…
Dut, incir, kaysı ve ceviz ağaçlarının, asmaların sararan, kızaran yaprakları dökülmüş ve çoğu da kurumuştu. Ağaçların dibi gazel doluydu. Bahçeden bahçeye, bostandan bostana dolaşırken köşede bucakta oluşmuş kimi gazel kümelerine çocuksu tekmeler savurdum. Kurumuş yapraklar uçuştu sağa sola. Ayaklarımın altında ezilen ve savrulan yaprakların yumuşak hışırtıları, çürümüş yaprakların küflü kokuları yayıldı çevreye. Kimi ağaçlarla tanıdık çıktık.

Konuştum, hal hatır sordum, sırtlarını, kollarını, başlarını okşadım; selamlaştık, gülümseştik. O arada yeni ağaçlarla da tanıştım.

Yaprağı dökülmüş kimi incir ağaçlarında, yarısını kuşların gagaladığı kurumaya yüz tutmuş incirler, kimi asmalarda çoğu tanelerini arıların yediği küçücük üzüm salkımları buldum. Demek kuşlar da, arılar da geleceğimi düşünmüşler diye geçirdim içimden. Gagalanmış kuru incirleri ve arıların artığı üzüm tanelerini sevinçle ağzıma attım.

Ağaçtan ağaca sıçrayan, bir görünüp bir kaybolan sincaplar çocukluğuma aldı götürdü beni. Çocukluğumdaki sincaplar da böyleydi. Gözle kaş arasında bir görünür bir kaybolurdu. Buldukları cevizleri kazdıkları çukurlara gömerlerdi; kışa saklarlardı. Çoğu zaman onları izler, gömdükleri cevizleri çıkartırdım ve dünyalar benim olurdu. Bulduğum cevize de, sincaba oynadığım oyuna da sevinirdim. Çocuk aklımla sincaplardan daha uyanık olduğumu sanırdım.

B

an için aklımdan yine sincap beklemek, yine gömdükleri cevizleri bulmak düşüncesi geçti. Utandım. Çocukluk etme dedim kendi kendime, kazık kadar adam oldun!

Toprak kabarmıştı. Sonbahar güneşi toprağı ısıtmaya yetiyordu daha. Bir ara omuzuma attığım paltomu toprağa serip sırtüstü uzanmak geldi içimden. Yapmadım. Eskiler, böyle havaların güvenilmez olduğunu söylerdi. Hava her an soğuyabilirdi.
* * *
Köyün içine doğru yola çıktım. Üstümü başımı, pantolonumun paçalarını silkeledim. Ayakkabılarımın toprağını ve gazelini temizledim. Fötr şapkamı düzelttim. Omuzumdaki paltomu giyindim. Köyün içinde aylak aylak dolaşmak, sokak başlarında durup evlere, köylülere öylesine bakmak istedim.

Eski çarşıya girdim üst baştan…
Sağlı sollu kahvelerin, manifaturacıların, bakkalların ve manavların, demirci, tenekeci ve kalaycıların, berberlerin, terzilerin, çul ve bez dokuyan dokumacıların, köşkerlerin, bir fırının, bir kasabın, bir semercinin ve bir de nalbantın bulunduğu bu çarşıda hareket ve bereket vardı eskiden.

Çevre köylerden gelenler odunlarını, peynirlerini, domateslerini, salatalıklarını, biberlerini, kavunlarını karpuzlarını bu çarşıda satarlar, kazandıkları parayla da traş olurlar, çay, şeker ve helva, çeşit çeşit kumaş alırlar; hayvanlarının ayaklarını nallatırlar, semerlerini yamatırlar; çul, heybe veya çuval dokuturlardı. Artan zamanlarında da eşleri ve dostlarıyla kahvelerde çay kahve içerlerdi. O zamanlar bu çarşıda hayat vardı.

Kahvelerdekilerin konuşmaları, karıştırdıkları çayların çınçınları, oynadıkları tavlaların pul ve zar şakırtıları tatlı bir uğultu olarak çarşıya yayılırdı.
Berberlerden acımsı sabun ve kolonya, fırından sıcak ekmek, köşkerlerden ağır deri kokuları gelirdi. Bakkalların, manifaturacıların, demircilerin, tenekecilerin, kalaycıların, dokumacıların da kendilerine özgü kokuları vardı. Semercinin önünden geçerken kamış ve çul kokusu genzinizi yakardı. Terzilerden el ve ayakla çalıştırılan dikiş makinalarının sesi ile çoğu zaman dükkanın önünde yanan kömür ütüsünün dumanı dağılırdı ortalığa.

 

Esnaf, sahibi olduğu kendi dükkanında iş yapardı. Çoklarının adı mesleğiyle bütünleşmişti. Kahveci Bayram, Fırıncı Abuzer, Demirci Halil gibi. Kiracı yok gibiydi. İşçi çalıştırılmazdı. Yalnız meslek öğrenmek isteyen çocuklar çırak olarak çalışırlardı.

Esnafların arkadaşları, tanıdıkları zaman zaman dükkanlara gelir; üç beş arkadaş kendi aralarında laflarlardı. O sohbetler havanın durumuna göre dükkanın içinde veya önünde yapılırdı. Arada şakacı olanları olsa da, çoğu gölgesi ağır adamlardı doğrusu. Ne demek istediklerini gçzlerinden anlardınız çoğu zaman. Konuşan da az konuşur ve sözcükleri anlamlandırarak konuşurdu.

Öyle bir sohbete ben de kulak kabarttım bir kez. Buğday satılan bir dükkanın önüydü. Beş altı kişi sohbet ediyordu. Daha doğrusu birisi konuşuyor, diğerleri can kulağıyla dinliyordu. Altmış yaşlarında olduğunu düşündüğüm konuşan şöyle diyordu elini yumruk yaparak: “Bundan, elinizi böyle yumruk yapmaktan, sıkı sıkıya kapalı yumruğunuzun içindekinden ne size ve ne de başkasına hayır gelir.”
Anlaşılan; hayırseverlik, iyilik ve yardımseverlik üstüne konuşuyordu.
Yumruğunu sıkarak; “Bundan bir şey çıkmaaaz!” diye yineliyor, sonra yumruk yaptığı elini, elinin beş parmağını da açarak; “Sakının haa, elinizi böyle de tutmayın. Bundan da bir bir şey çıkmaz. Elinizde avucunuzda ne varsa dağıtırsanız, o zaman da size bir şey kalmaz!” diyordu ışıyan gözlerini dinleyenlerin üstünde gezdirerek. Sonra, açtığı elinin parmaklarını bitiştiriyor, avucunun içini çukurlaştırıyor ve avucunu dinleyenlerin gözlerine sokarcasına göstererek; “Elinizi böyle alıştırın, böyle! Elinizi böyle alıştırırsanız hem başkalarına hem de size hayırınız dokanır! Avucunuzdan taşan dökülen başkalarına, avucunuzun içinde kalan da size…” diyordu.

Şimdi o bilge insanlar, o sohbetler, o ustalar, o zanaat sahipleri, o esnaflar, o sesler, o kokular göçüp gitmişler. Bir ıssızlık, bir sessizlik çökmüş çarşıya. Demek herşey insanla güzelleşiyor. Bir kahve, bir fırın, bir berber, bir tenekeci ile bir iki bakkal dükkanı kalmış. Dükkanlardan bazıları çökmüş, yıkılmış; bazıları yıkıldı yıkılacak. Bazılarının kapılarının pencerelerinin yıllardır kapalı olduğu belli oluyor. Sahipsiz arkasız hastalara, kimsesiz ölülere benzemişler.

İki üç kişi kahvenin önünde, birer ikişer de öteki dükkanların önünde sandalyelerine oturmuşlar düşünüyorlar. Ya da ben düşündüklerini sanıyorum. Tespih çekenler, sigara tüttürenler var içlerinde. Hemen hemen hepsinin sakalı uzamış. Şapkaları yağlanmış. Dükkanlar gibi insanlar da eskimiş, omuzları çökmüş. Umutsuzlar. Konuşan yok. Söyleyecek sözleri bitmiş sanırsınız.

Bana doğru bakıyorlar ve başlarını benim yürüdüğüm yöne doğru çeviriyorlar. Evet, beni izliyorlar başlarıyla. Bazılarına selam veriyorum. Selamımı alıyorlar. Selamımı aldıklarını sandalyelerinde kımıldamalarından, ya da ayağa kalkar gibi yapmalarından anlıyorum. Selamımı aldıktan sonra arkamdan bakmayı sürdürüyorlar.

Bizim Gülşen’in; “Amaan, bu köylüler de amma da bakıyorlar insana be; sanki içimize düşecekler!” demesi düşüyor aklıma. Gülşen, çarşıya pazara çıkamamaktan yakınırken; “Sokaklarda insan görmemişler, kadın görmemişler belli ki, bu nasıl köy, ayol! Valla kendimi gözaltında sanıyorum sokakta. Çarşıya pazara çıkmak mı, tövbe tövbe!” der dururdu

Gülşen’in başına gelen şimdi beninim başıma geliyor…
Başlarıyla beni izledikten sonra kendi aralarında konuşuyorlar. İşte şu iki kişinin, şu berber dükkanının önünde oturan iki köylünün çenesi açılıyor.
Elinde tespih olan, tespih tuttuğu eliyle arkadaşını dürterek soruyor:
-Ortak, şu geçen Sarı Hacı’nın oğlu Cuma değil mi?
Öteki az düşünür gibi yaptıktan sonra:
-Yok ahbabım, Cuma’ya benzemiyor. Cuma bıyıklıydı.
Tespihli olan, tespihli elini arkadaşına doğru sallayarak:
-Amma ettin ha şimdi. Adam kesmiştir bıyığını, Ortak. Bıyık değil mi, canın ister bırakırsın, istemez kesersin.
Öteki, tütün kokan bıyığını sıvazlıyarak gülümsüyor belli belirsiz:
-Benim bildiğim, erkek adam bıyığını kesmez! Ahbap, sahi anası kimlerdendi bunun, sen bilirsin?
Tespihli, gözünü uzaktaki bir boşluğa dikerek:
-Anasının adı Neslihan’dı. Ama Şehirli Kızı derlerdi. Çok kimse gerçek adını bilmezdi. Sarı Hacı şehirden getirmişti gençken.
Öteki meraklanarak:
-Çocuğu olmuyor demezler miydi onun için?
Tespihli:
-Epey bir zaman olmadı da, sonra Allah bu Cuma’yı verdi işte. Köyden çıkalı .çok oldu. Senede bir gelir, beş on gün kalır gider.
Öteki başını arkadaşına yaklaştırarak:
-Şehirli Kızı da Şehirli Kızı’ydı haaa! Yaşıyor mu, öldü mü acaba?
Tespihli:
-Öleli seneler oldu, Oğlum. Sarı Hacı ikincisini bile eskitti. Senin dünyadan haberin yok!
Öteki dalgacı bir havayla:
-Sen bir Sarı Hacı olamadın be Ahbabım!
* * *
Sonra akşamın soğuk gölgesi basıyor eski çarşıyı.

Mehmet Karakuş
24 Nisan 2019