Son Dakika Haberler

ÖYLE BİR TAŞ Kİ ADI AZURE TAŞI

ÖYLE BİR TAŞ Kİ ADI AZURE TAŞI
Okunma : 3.617 Kere okundu 2 Yorum

‘ ‘Ben bir çerçiyim. Kırık bir aynanın içinden hayata daldım ve korkusuzca ilerledim. Aynalar kırıktı ,aynalar eksikti ,aynalar içimizi gösteremezdi.  Sular da öyle ,gece aydınlık kalan gökler de öyle…Yine de yürüdüm her adım bana yeni bir şey öğretti. Eksilsem de yaralansam da yeni bir şey…’’

 

Yazıma nereden başlasam bilmiyorum. Öncelikle Sevinç Çokum’u  kısaca tanıtma gereğinde hissediyorum kendimi.

25 Ağustos 1943 te dünyaya gelen Çokum 3 kız evlada sahip ailenin en küçük çocuğudur. Beşiktaş Kız Lisesini ve İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiştir. O üstadımız Mehmet Kaplan’ın öğrencisidir. İlk öyküleri  Hisarda dikkati çeken yazarın sonraki dönem yazdıkları Türk Edebiyatı, Gösteri, ve Varlık gibi dergilerde yer almıştır. Öğrenimi sırasında evlenen Çokum 1968 çalkantılı döneminde  öğrenci hareketlerine fikirleriyle katılmıştır. Edebiyata sevgisi ortaokul sıralarında Türkçe öğretmeni  Necmi Seren sayesinde başlamıştır.Sevinç Çokum daha o tarihlerde günlük tutup şiirler yazmıştır. ‘‘Bir eski sokak sesi’’ adlı öyküsü Hisar Dergisinde yer almıştır.(1972)Hisar akımı temsilcilerindendir .Roman hikaye ve senaryo yazarıdır.

Yazarımızın ailesinin Siirt’in Tillo kasabasında yaşadığını çeşitli kaynaklardan ve kitabımızdan anlamakta zorluk çekmiyoruz. Her ne kadar Çokum’un Siirt’te yaşamadığını ailesinin İstanbul’a göç ederek geldiğini bilsekte Çokum olayları bize sanki kendisi birebir yaşamışçasına ustaca anlatıyor.En ufak detayları gözler önüne tüm çıplaklığı ve çekiciliğiyle seriyor.

Lacivert Taşı isminden de anlaşılacağı üzere bir taş.Kitabı ilk duyduğum anda  bir taşı ne kadar anlatabilir ki diye düşünsemde eserin bende bıraktığı etki tarif edilemez. Evet Lacivert Taşı… Bu kitabın temel taşı da desek yanlış olmaz. Bu roman Çerçilik yapan Hicret Bey ve ailesinin romanı. Bu romanda bir ailenin tıpkı  sonbahardaki bir ağacın yapraklarını dökermişçesine dağıldığını yok olduğunu  ve birbiri ardınca gelen  Heyzeban kılığına bürünmüş kötülüklerin ve felaketlerin, güvensizliğin, savaşların, ölümlerin ve haydutların bize  tek tek anlatıldığın görüyoruz. Kitabımız 3 ana defterden oluşuyor. Bunlar

1-Hicret Bey’in Notları

2-devran Bey’in Notları ve

3-Yadigar’ın Notları

Birinci bölümde olaylar Hicret Bey’in ağzından anlatılsada Çokum’un dilini ne kadar ustaca kullandığını söylemeden edemeyeceğim. Hicret Bey bir çerçi. Bilindiği üzere köy, pazar gibi yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan gezginci esnaflara çerçi diyoruz. Kelime, Farsçada carcı yani “haberci, münadi” ve Moğolcada çertçi yani “parça, kırıntı” anlamlarına gelmektedir. Kaynaklarda “çerçi” sözü ilk olarak Kodex Kumanikus’ta “çarci” olarak kullanılmıştır. 14. yüzyılda ise “Süheyl ü Nev-bahar”da yer almaktadır:

 

Bilir gevheri her ki sarraf ola

Yok ol kişi kim bûriya-baf ola

Doğancı kuşunu, sipahi atın

Bilir nitekim çerçi çert aletin

 

Bizim ilçemizde de eskiden çok rağbet gören bir meslekmiş çerçicilik. Amcalarım bu meslekle bir zaman hayli uğraşmışlar. Eskiden köylünün her ihtiyacını çerçiler karşılarmış. Kadınlar çerçi gelince başına üşüşürlermiş.Tabi illa para karşılığı alışveriş olmazmış, 2 kilo buğday verip yerine başka bir şey alırlarmış. Hicret Bey gerçekten de ne kadar Çerçi de olsa şehir şehir gezse de tam bir beyefendi benim gözümde. Onun olaylara bakış açısı insanları ayırmaması insana  insan olduğu için değer vermesi  benim için en önemli nokta oldu. Kalabalık ve geniş bir ailenin  bir tek babasıydı o. Yadigar isimli çocuk aileye sonradan katılsada ebi  ebi  ( abi) diye Hicret Bey’i babası gözünde görmekteydi ve  bunda ninesinin büyük bir payı vardı. Onu istemeyen ise Hicret Bey’in yol arkadaşıydı. Sayfa 15’de Sahra’nın sözleri şu şekildeydi ve bu sözlere verilen cevap beni ziyadesinden fazla etkiledi. ‘Bu çocuğu  çadırına kabul edecek misin Hicret Bey’im? Yoksa çobanlardan birinin çadırına mı versek bu gece? Beyler beyliklerini bilmeli’

Cevap :Bana bak Sahra kimsesi olmayanı horlayan çok olur. Şu çocuktan ne istedin şimdi? Malını mı aldı paranı mı? Devletini mi yaktı saadetini mi söndürdü?

Sahra şöyle dedi Olur mu Hicret Bey’im  hor görmedim, niye  göreyim. Demek isterim ki Hristiyan mı  Müslüman mı Süryani mi Keldani mi nedir? Ne değildir?  Türk müdür Arap mıdır, Kürt müdür? Hiç bilmeyiz. Cevap şu şekildeydi

‘Etinin, kanının tadına mı bakacaksın, ne edeceksin kökünü tohumunu be Sahra? Sert rüzgarlar senin yüreğini de kavileştirmiş, hatta mühürlemiş. O bir insan yavrusudur. İki ayağı iki eli iki gözü…

Evet Hicret Bey’in de dediği gibi hepimiz bir insan yavrusuyuz ve hepimizin iki eli iki ayağı iki gözü var lakin yüreklerimiz de böyle miydi? Sahi yani  siyahıyla beyazıyla sünnisiyle alevisiyle lazıyla çerkeziyle  kürdüyle türküyle hepimiz aynı değil miydik? Bu ayrım neden…Sevinç Çokum’un eserindeki baba kahramanı Hicret Bey’in ağzından okuyucuya vermek istediği mesaj gerçekten beni çok mutlu etti ama bir taraftan da buruk hissettim bir yanımı. Keşke bu ayrım olmasaydı da bu mesaj verilmeseydi, o zaman Dünya daha güzel, daha yaşanılır daha temiz olurdu diye söylesem yanlış olmaz herhalde. Bu bölümde yazar Hicret Bey in Yadigar ile karşılaşması onu eve getirmesi ve artık Yadigar’ın da aileden biri olarak görülmesi ile devam ediyor. Yadigar’ ın Hicret Bey in devesi Humar’ın boynunda takılı olan Lacivert Taşını alıp oynadığı diğer taşların arasına koymasıyla felaketler zinciri başlıyor…

Evet  tam olarak felaketler…Telli hanımın değişik güçleri ve inançları  okuyucuya yansıtılıyor. Onun yılanlarla iletişim kurma gücüne sahip olduğunu eserde  heyecanla okudum. Ayrıca eve bazı heykelcikler ,ölü kaplumbağalar asması da ilginç doğrusu… İçimden bir ses ’’Onu Kaybetme Onu Kaybetme’’ diye sesleniyordur diyor Hicret bey lacivert taşından ötürü…Eserde Hicret Bey’in oğlu olan Selvi çok sevdiği Karanfil’e kavuşunca hayatını kaybediyor. İlk ölüm burada gerçekleşiyor. Tabi daha sonra bunu Hicret Bey’in ölümü takip ediyor. Ve şu sözler kazınıyor mezar taşına Hicret Bey’in ‘Ben bir çerçiydim.Rüzgar kardeşimdi,toprak yoldaşım.Hayatın içine korkmadan daldım ve her adımım bana yeni bir şey öğretti…

Daha sonra eser 2. Bölüm olan

Devran Bey in notları ile devam ediyor

Evet eserin ilgi çekici yanlarından biri de ilk kez duyduğum Çerçi dili.. acaba gerçekten böyle bir dil var mı diye araştırmaya koyuldum. Ve  su sonuca vardım. Sevinç Çokum romanı için  çerçilik mesleğini incelerken farkettiği bu garip dili birebir almak yerine Kuzey Kıpçak Türkçesi’nden de esinlenerek atasözleriyle konuşulan yeni bir dil oluşturmuş. Yazar atasözlerini de kendisinin oluşturduğunu söylemiş. Buradan yazarımızın ne kadar yaratıcı olduğunu bir kez daha anlıyoruz

Turna’yı  Yadigarın sevdiğini romanın sonunda öğreniyoruz. Turna ya talip olarak gelen Hicret bey in yol arkadaşı Sahra ise tam bir serseri kılığına bürünüyor. Şehri savaş zamanı olduğundan kıtlık bürümüş ve Sahra buna güvenerekten  evinde erkeği olmadığını düşünerek Turna ya sahip olmak istese de ilk başta bunu başaramıyor ve Turna Fazıl isimli kendisine layık genç bir beyefendi ile evleniyor Narçe isimli bir kızları oluyor ve bu kız tıpkı Turna’ya benziyor. Ancak savaş başlamıştır. Fazıl , Alaca ve Devran bey şehit olmuştur. Bu haberi ilk duyan Yadigar ise ne kadar Telli Hanımı oyalamaya çalışsa da bunu başaramamış ve Sahra evde kimsenin olmadığı bir gün gelip Turna’yı  Suriye ye kaçırıp Narçe’yi ise evde bırakmıştır

Kitapta her ne kadar bir ailenin yok oluşu anlatılsa da bende farklı izlenimler uyandırdı. Öncelikle Sevinç Çokum’un üslubunun mükemmelliğini söylemeden edemeyeceğim. Eserin üç  farklı kişinin ağzından anlatıldığını hepimiz biliyoruz ancak burada Çokum’un üç kişinin de farklı bir üslub olarak anlatmasını gerçekten çok başarılı buldum. Ayrıca eserde ki Azure ,lapis lazuli, ya da lacivert taşı olarak bilinen taşın aileye ne gibi felaketler getirdiğini görsekte ülkeye de felaketler getirmiş midir acaba diye düşündüm. Belki de kim bilir bir kuruntudur. Acaba savaşların yaşandığı bir dönemi anlatan Çokum da  bunu düşünmüş müdür? Yani bir ailenin yok oluşu eserde işlenen  temel problem olsa da Osmanlı’nın yok oluşu da bunu destekler niteledikte midir?

Romanda ki insan değeri ,insana verilen değer, insanın sahipsiz diye hor görülmesi de bunun ayrı bir parçası oldu bende. Yadigar  ailesini kaybetmiş kürt olan bir çocuktu. Ama o dönemde bunun ayrımı o kadar da bastırılarak yapılmamış. Günümüzde yapılan ırk ayrımı bence daha fazla..

Eserde yer alan defterler de benim çok ilgimi çekti. Acaba Çokum’un dedesi veya yakınları böyle bir defter tutmuş muydu? Yoksa tamamen uydurma mıydı? Çerçi dili diye bir şey var mıydı? Romanda en sevdiğim kahraman ise Hicret Bey  ile Yadigar oldu. O bence asil, tam bir beyefendi denilecek, merhametli, bir insandı. Yadigar’ı  eve alması ve aile bireylerinden kimsenin buna karşı gelmemesi hatta oğlu Alaca’nın neden Yadigar’ı sofraya almıyoruz demesi çok içten geldi bana. Keşke günümüzde çağdaşlaşmanın zirvesini yaşadığını sanan insanlar da böyle olsa ama bence imkansız bir şey bu…Sanki eser de sadece bir aile değil Osmanlı devleti de yok oluyor…Bence herkesin bir Lacivert taşı olmalı ve kimse onu kaybetmemeli….

’’Ateş söner duvarda isi kalır…’’

Özlem ALPTEKİN

YORUMLAR (2)

  1. Mahmut Arslantas diyorki:

    Ben bir Çerçiyim;
    Girişini okuyunca, Soyadını tanıdığımdan ötürü kendinizi anlatacağınızı izlenimi edindim.
    ‘’Aynalar kırıktı, aynalar eksikti, aynalar içimizi göstermezdi….. Yine de yürüdüm, her adım bana yeni bir şey öğretti.’’ Haydi Çerçi geldi Çerçiii. Tam tersine Çerçicilik; Manifaturacılığa geçiş basamağı, Çerçiler ise esnaflığın ve sırdaşlığın aynasıdırlar, Çok sır taşıdıklarına inanırım! sadece dışarıya yansıtmazlar. Sanırın yazarın derin anlatımında bu yatıyor.

    Bir taş ne kadar anlatılıyormuş şahit olduk. Hele bir de bizim Tut’un taşlarını kayalıklarını anlatıldığını düşünürsek herhalde ciltler yetmez!
    Sadece Lacivert taşımı gerçekten ! Akik, Lal, Turkuaz, Lepiz, Ametist, Sitrin elindekinin kıymetini bilmezsen sadece sıradan bir taş işte.
    Misafirperverlik konusunda Tut üzerine tez yazmak gerek bence, acba neden hala bir otel yok acaba!
    Kaplumbağa özelliklede yavru tosbağa Tut’ta da bir batıl inanç olarak hala yaşatılmaktadır. Hemen, hemen her yapılan yeni evlerin hezen’in ( Saçak) de, her arabanın aynasında asılı görmek mümkün. Nazar değmeyeceğine uğur getiriceğine inanılır. Yani şaşırmamak gerek

    Zaman, zaman akademik dil kullanmışsın, ben akademik yazı olarak okudum yerel düşündüm, yöreye uyarladım.
    Neden bu örneklerden paylaştım Kendini yaz diye! Senin bey efendi gördüğün Hicret Bey, benim gözümde ki beyefendi; Dede Hacı Halil amcanın acaba ne anlatıcakları, sırları vardı acaba? sormak gerekirdi defter tutmuş mu (Vereseye defteri kesin) çerçi dilini, bence yazar sizleri anlatmış.

    Aramıza hoş geldin
    Sevgiler

    28/05/2017 Mahmut Arslantaş/Bocholt/De.

  2. Özlem Alptekin diyorki:

    Merhabalar öncelikle yazım için ifade ettiğiniz düşüncelerinizden dolayı teşekkür ederim.Kaplumbağadan başlamak istiyorum bizde çok büyük önemi vardır kaplumbağanin, tam manasiyla Türklerde dersek daha doğru olur. Türk adının geçtiği ilk metinler olan ” Orhun Yazıtlari” bir diğer adiyla ”Göktürk Yazıtlari” burda dikilen taşlar da çok önemli bilgiler aktarilmaktadir ama daha güzel bir şey vardir ki o da abidelerin kaplumbağa kaide üzerine oturtulmuş olmasıdır. Doç Dr Galip Güner hocamiz Göktürkçe dersinde anlatmişti. Kaplumbağa bizde yani Türklerde sonsuzluğu ifade ediyormuş. Bu taşlar da sonsuza kadar var olacak. Bu yüzdendir ki ilçemizde de kaplumbağayi kapilara,araçlara asarlar.
    Dedemin çok iyi biri olduğunu biliyorum ama ne yazik ki onunla konuştuğumu bile hatirlamiyorum çünkü ben 2. Yaş günümde onu kaybettim.
    Kim bilir belki yaşasaydı o da bana hikayeler anlatirdi. Belki de bu yüzden çok sevdim bu kitabi kendimden bir şeyler buldugum için. Ilk yazim olduğu için ilçemizle alakali bir yazi olmadi. Bunu ilerki zamanlarda geliştirmek istiyorum.
    Hoşçakalin.