Son Dakika Haberler

İRBİK MOTİFLİ ŞİRE SANDIĞI

İRBİK MOTİFLİ ŞİRE SANDIĞI
Okunma : 1.934 Kere okundu Yorum Yap

Devasa tut ağaçlarının koyu gölgesiyle örtülmüş, dört-beş basamakla çıkılan süt beyazı sekide, etrafa şöyle bir göz atınca anladım ki evde kimseler yok. Fatma Bibim’in bu vakitler evde olması gerekirdi oysa, akşama çok az var. Çoğunlukla bu saatlerde bibim, cacık için hıyar gaklıyoolurdu.. Neyse azıcık bekleyim hele. Sekinin ucuna doğru serilmiş mişmişlerin bir bölümü kurumasını tamamlamış, bir kısmı daha taze, yeni serilmiş sapsarı, nemli içleri.. Yaşını ağacından da yerim, şu kurularından bir-iki tane yesem diyeceğim ama, ötesinde berisinde pipirim, tut, kabak biber dolmalıkları, karpuz çekirdeği sergilerine basmadan nasıl geçiyim? diye iyice dalmışım ki, su çalkaladıkça hengile çarpan tasın sesiyle kendime geldim. Hemen aşağıdaki pınardan dönmekte olan bibim beni görünce, kimseyi bulamadığıma üzülüp, uy çaam, bibin gurban ola, geldin de bekliyon mu eyle ! diyerek sarıldı, nefes nefese öpmeye başladı.

– Daha yeni geldiydim.

– Yalan söyleme ha !

– Yok vallaa yeni geldim.

– Aman eyi çaam eyi.. Ee, anangil nişliyo, gendi gelemedi senininen mi saldı melefeyi ?

– He, yarın da goz takacaklar, abim, bu sene sucuğu çok yapsınlar demiş.

– Bu sene gelmiyo mu yoğusa ?

– Bilmiyom ..

Yorgunluğunu atmış görünen bibim, dizlerine dayanarak doğrulurken “bugün gitme, bizde kal, basalla yaptım” dedi. “Hem de yarın sana payam içi veririm, istersen bağa da gidersin.” Bastık, üzüm, cevize, kaç gündür evimizde doyduğumu bildiğinden, o hep hayran olduğum kıvrak zekasıyla en zayıf noktamdan, “bağa gitmek” zaafımdan yakalamıştı. Oraya en çok bu hayalle geldiğimin farkında değilmiş gibi davranışını, yıllar sonra anladım tabi ki.. Sevinçten uçtuğumu belli etmeden(!), “kalıyım o zaman” dedim. Komşu Hasan Dayı her akşam namaza camiye indiğinden ona, kaldığım yeri bizimkilere söylemesi için tembihleyeceğini belirtti. Daha ne isteyim, yaşadık ! Her gidişimde kaldığımdan, bizimkiler de zaten buna hazırlıklı olsalar gerek..

Benim için her biri ayrı bir keyif olan bu gezilerin bölümlerini başka zamanlarda –kısmet olursa- anlatmak üzere bağ dönüşünden devam edelim.. İçinde rengarenk, biçim biçim üzümlerden başka, incirler, bademler, ballı armutların bulunduğu, tiyeklerine motosiklet gibi bindiğim bağdan döndüğümüzde daha günün ortasıydı. Dünün aksine bibimin evi bugün arı kovanı gibi işliyordu. Kale kapısını andıran ağaçtan dış kapısı ardına kadar açılmış, koca koca, çok da muntazam olmayan yassı taşlarla döşenmiş avlunun ortasındaki mahsere kazanından yayılan sıcaklık, dışarıya kadar uzanıp, yüzümü, bedenimi sarmıştı. Biz gelene kadar bastık bulambacı olmuştu bile. Hengillere dolarken oluşup, plof plof sönen iri kabarcıkları ve yayılan buharıyla, tahta korkuluklu tahta merdivenin dibindekine ulaştırılan bulamaç, 15 kadar basamaklı merdivenin sonunda tekrar el değiştirip yola devam ediyor ve bir kez daha seyyar bir süllüm çıkıp, melefelere serilmek üzere yolculuğunu tamamlıyordu. Bu koşturmacalı işleri yapanlar, otomatik bir düzen içinde çalışan, hayli maharetli kızlı erkekli gençler. Bibim arada bir talimat verip, oturduğu yerde kah kışlık dolma hazırlıyor, kah tut seçiyor, kah pipirim doğruyor; yanı başında, genç bir kadınla ekmek pişiren bir akranıyla da sohbeti koyvermişler. Ne konuştuklarını bulunduğum yerden –çalışanların da hay huyu içinde- duyamıyorum. Ekmek pişiren genç kadının yüzü kızarmış.

Damdan aşağı genç kızlardan biri sesleniyor:

– Mıstık Emmi, gel de şu loğu öteye çek !

Benden üç-dört yaş kadar büyük Cevdet’in, yağ ve şeker getirmesi için yukarı yollanmasından, bana “katmer” yapılacağını anlamakta zorlanmıyorum. Bibimin bazı davranışlarının peşinden ne geleceğini benim kadar iyi bilen yoktur, bu konuda abimi bile yenerim. Cevdet’in peşinden ben de fırladım. Asıl maksadım, hoşlandığım bir başka şey olan evin bölümlerini yalnız başıma gezmek.. Cevdet indikten sonra ilk durağım aynalı oda. Cumbanın penceresi seviyesindeki makatta oturup, bir süre aşağıdakileri seyrediyorum. Yükyerinin perdesini aralayıp, yatakların arasına sokulmuş bibimin tahta tarağını bulmadan olmaz. Zorlanmadan buluyorum her zamanki gibi ve epeyce yükseğe eğimli olarak asılmış, hemen altında ise Kore’den dönmeyen simsiyah bıyıklı oğlunun fotoğrafı ve madalyasının bulunduğu taçlı, kocaman aynada taranıp, tekrar yerine tıkıştırıyorum. Odada iki m. eninde bir bölüm oluşturan ve 9 yaşında bir çocuk boyuna yakın şu sağlam ağaçtan korkuluk ne hoş bir hava katıyor ! Bizim evde niye yok sanki ! Babamdan yapmasını istesem kızar mı acaba ? Kızmasa bile yapmaz ki !. Sırada en içeri var.. Orası bu mevsimde bile sepserin olur. Kapısını açtığımda bir süre gözümün karanlığa alışması için, anında saran nefis kokular arasında bekliyorum ve az sonra, benim için her zaman bir define sandığından daha değerli olan, simetrik ırbık motifli şire sandığı ile göz göze geliyorum. Yeşil- kırmızı ağırlıklı renk düzeni “büyüdüğünde sen ressam ol” diyor. Sandığı açmam şöyle dursun, iki m. den fazla yanaşmama imkan yok, öylesine ulu ve büyülü ki ! Hem kilitlidir zaten.. Anam sandığını çoğu zaman kilitlemez, her istediğimde açarım da, üstündeki minder ve yastıkları indirip, tekrar yerleştirmek iyi olmuyor.. Yılın ilk hevekleri tavan ağaçlarından sarkmaya başlamış bile. Dev bir kolyeye benzeyen patlak sucuğu için mevsim erken sanki ama, bibim bu, yapar mı yapar ! Sağımda kalan duvardaki üçlü takanın, en altta ve en büyüğünde, ancak bu kadar iri olabilecek bir çay karpuzu yeni mahsül mü, geçen yıldan kalma mı anlayamıyorum, boş ver hangi yıldan kalırsa kalsın.. Bir üstteki takadan şemamı elime alıp, adeta seviyorum, nasıl sevimli bir şey ! Sanki güzel bir kuş ya da baltopağı bir bebek. Tarifi olanaksız kokusunu defalarca içime çekiyorum nefesim kesilene kadar.. Bu arada benim katmerler hazır olmalı.. Kendimi avluda bulduğumda, en toku bile ‘üç günün acı’na çevirecek cızırtılarla yayılan koku arasında, bibimin koltuğuna sokuldum. Katmerlerim işte önümde !

Dağ çayı mı goyak, öteki çaydan mı ?

– İkisinden de içmiyom. Beyle seviyom bunu.

Dağ çayı varken şu kapkara çayı da niye içerler ki ! Bi kere acı.. Büyükler tatsız şeyleri mi seviyorlar, yoksa büyük olup da bunları içmezsen, yemezsen ayıp mı olur ? Bi de, bi yere giderken hep ağır ağır yürüyorlar, hiç koşmuyorlar.. Büyümek istemiyorum ben ! Koşarak gidersem ayıp olur, yavaş yavaş öyle yürümeye de dayanamam, sıkılırım. Hem sigara da içemem, öksürürüm.. Büyümemek daha iyi ama…! İki katmer, bir tane de körmen hıtabını bitirdiğimde akşamın serinliği ucunu dokundurmaya başlamıştı. Bunun anlamı birkaç saat sonra yola koyulacağım demekti.. Daha misafır odasını görmemiştim !

– Şekerinen yağı götürüyüm mü bibi ?

– He çaam, selenin altına goy.. İki de taplama atın kele !

..İşte misafir odasındayım. Uzun yolluk şeklinde karşılıklı uzanan iki keçenin arasını kilim kapatıyor. Ortaya yakın duran sac soba belli ki, temizlenip tekrar kurulmuş. Burada iki tane makat var. Üzeri Kürt halısı ve yastıklarıyla düzenlenmiş olanı daha çok seviyorum; ne kirlendiklerini, ne solduklarını gördüm.. Hemen şurada, mantısın üstünde, bibimin kışları menengiş gahvesi yapışı ile babamın sigara sarıp sarıp tabakasına dizerken, Ali Dayı ile uzun askerlik sohbetleri gözümde canlanıyor. Yastıklardan yerde de var, keçe boyu dizili.. Duvardaki aynalı radyonun üstünde bulunan dantelden ablam da yapıyor hep.. Ablamın renk renk nakış iplikleri (bazen onları beğenmez, abimle tekrar aldığı yerden değiştirmesi için tartışırlar) , kaneviçeleri, iğneleri o kadar çok ki.. Radyonun karşı duvarındaki gaz lambasının şişesi, diğer odadakinden hayli büyük, hemen altındaki takada duran küçük çıra ile, eşek ve sıpasını hatırlatıyorlar. Bu arada, odanın içi her dakika biraz daha kızıllaşıyordu. Üstelik susamıştım da.. O an, aynalı odadaki büyük tahta bavulu es geçtiğimi hatırlayarak, tekrar oraya girip temaslarımı tamamlıyorum. Artık çıkabilirim..

Avludaki müthiş devinim dinginleşmiş, olağanüstü huzurlu ve hafif bir Tut akşamı herkese “bugün de görevinizi yaptınız, epeyce yoruldunuz, bırakın kendinizi kollarıma, yorgunluğunuzdan eser bırakmayayım” dercesine görevinin başına koşmuştu.. Sağda solda elini yüzünü yıkayanlar, giysi değiştirenler arasından geçerek, tertemiz yıkanmış curunun, iyice uzamış gölgesinde duran kabaktan doldurduğum suyu içiyorum, ışıl ışıl kalaylı tasta yüzümü seyrederek..Yaşıtım Ahmet, dev üzüm sepetinin başına çökmüş, ellerine yüzüne konup kalkan belki yüzlerce arıya aldırmadan, kırmızı, siyah, sarı, beyaz, daha beyaz üzümlerden lezzet kombinezonları üretiyor.Tedirginliğime engel olamayıp uyarıyorum :

– Arı sokacak !!

Gözlerinden rahatsız olan Ahmet, akıntısı kesilmeyen gözlerini üzüm dünyasından ayırmaya niyetli değil, “bana kar etmez” yanıtı ile, arıları muhatap almadığını, meşgul olduğunu deklare ediyor. Üzüm keyfine devam.. Soku ve içindeki iki tokmak, bu yaz da görevlerini yapmış olmanın huzuru içinde dinlenmeye çekilmişler.

Ve nihayet güneş battı.. Yaz mevsiminin en sevdiğim iki vaktinden birisidir bu (öteki de doğuşu).. Uzaktan bibimin evine dönüp baktığımda ; salkım saçak sucuklar, kıpkızıl bastık bezleri, akşamın yumuşak maviliğine göz kırpıyor, günahını almayayım ama, belki de “ben dönerim yana yana, aşk boyadı beni kana” diyordu ..

Katır kutur kıtırt.. Şu bibimin payamı da bi başka oluyo canım ! Gnam ! Gnam ! G….!

NİYAZİ TURAN

 İstanbul , Haziran 2001